Üç Tarzı Siyaset ve Ak Parti

 Hâkim devletlerle mahkûm devletler arasındaki fark bir avuç iyi yetişmiş insandır (Moliere).

Bir TV programından değerli gazeteci-yazar Etyen Mahçupyan’ın bir tespitini hatırlıyorum. “Türkiye’nin ana akımı ve ana unsuru dindarlık ve muhafazakârlıktır. Bu kesim ülkede ağırlıklı bir çoğunluğa sahiptir. Bu yüzden Türkiye’nin nasıl ve nereye evrileceği dindar kesimin ne kadar demokrat, ne kadar üretken, ne kadar kuşatıcı olacağıyla yakından ilgilidir. Dua edelimde bu kesim daha sağlıklı ve isabetli kararlar alsınlar ve ülkeyi daha iyi bir noktaya taşısınlar, bu şartlarda başka bir şansımız yok”.

Gerçekten önemli ve isabetli bir tespit… Mevcut durum analiz edildiğinde ülkeyi ve ülke insanını geleceğe taşıma konusunda kapsamlı bir programa sahip başka bir kesim yok gibi. Yakın ve orta vadede de olacak gibi görünmüyor.

Yusuf Akçura’nın geçen yüzyılın başında formulize ettiği “Üç Tarzı Siyaset”in ana unsurları olan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük günümüzde Solculuk, Muhafazakârlık ve Milliyetçilik olarak karşılık bulmaktadır. Bu siyaset tarzları ana ya da tali kollarıyla siyasi hayatımızda varlıklarını sürdürmektedir.

Ancak ne yazık ki son yüzyılın ilk yarısında tek partili sistem, son yarısında ise vesayetçi oligarşi yüzünden bu akımların hiçbiri hükümet olduklarında dahi kendi programlarını tam anlamıyla ortaya koyamadılar. Darbeler, parti kapatmalar, muhtıralar hep engel oldu buna. Menderes, Özal ve Erbakan dönemlerindeki kısa süreli denemeler dışında bu durum 2002 Ak Parti iktidarına kadar devam etti. Hatta vesayet arayışlarının 27 Nisan Muhtırasına kadar devam ettiği bile söylenebilir. Fakat bu muhtıraya karşı ortaya konulan tavır ve devamında alınan Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi kararıyla birlikte artık bu sürecin son bulduğu söylenebilir.

Bu anlamda Ak Parti son on yılda, vesayetin tasfiyesine; Türkiye`nin kendi potansiyeli, tarihi ve kültürüyle buluşmasına ve toplum ile devletin ortak bir bileşkede bir araya gelmesine aracılık etmiş bir harekettir. Alınan mesafe, Anadolu insanı için önemli bir imkân, fırsat ve kazanımdır. 

Ak Parti bu başarısını önemli oranda dindar kesimin belki de son yüz yıl içinde ortaya çıkarabildiği kendi alanlarında en iyileri bir araya getirebilmesine borçludur. Kabul edelim ya da etmeyelim muhafazakâr kesimin son yıllarda ortaya çıkarabildiği ve belli alanlarda temayüz etmiş kadroların önemli bir kısmı Allah’ın takdiri ve kaderin bir cilvesi olarak Ak Parti saflarında buluştu. Bu kapsama giren çok kişiden bahsedilebilir ancak özellikle dört ismin vurgulanması anlamlı olacaktır. 

Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve Ahmet Davutoğlu. Her şartta güçlü bir liderlik sergileyen ve güçlü bir irade ortaya koyan Recep Tayyip Erdoğan, siyasi mücadelesi boyunca kaos anlarında bile sağduyu ve nezaketten taviz vermeyen Abdullah Gül, hareketin kuruluşundan bugüne en çok emek veren ve en çok mücadele eden birkaç kişiden biri olmasına rağmen hiçbir zaman ikbal beklentisine girmeyen ve dava arkadaşlarına karşı cevap hakkı doğduğu durumlarda bile bu hakkını kullanmayarak güzel bir özveri ve fedakarlık örnekliği sergileyen Bülent Arınç ve ülkemizin son yıllarda yetiştirdiği en önemli akademisyen ve entelektüellerden biri olan, bilgi ve aksiyon adamı Ahmet Davutoğlu…

Değişim arzularının bütün toplumu ve kurumları sardığı bir dönemde ortaya çıkan ve bu ihtiyaca cevap veren bu kadro, vesayeti ve çeteleri tasfiye etmiş, özgürlüklerin önünü açmış, yüz yıllık sorunlara neşter vurmuş, Kürt Sorunu konusunda çözüm sürecini başlatmış, ekonomiyi krizlerden kurtarmış ve ülkemizin bölgesel bir güç ve küresel bir aktör olabilmesi için yeni bir vizyon ortaya koymuştur. Bütün bu süreçte birlik ve beraberliğini koruyan bu kadronun duruşu ve dayanışması hareketin bundan sonrasını belirlemede de büyük bir öneme sahip olacaktır.

Şimdi ise son değişikliklerle birlikte hem muhafazakâr camianın hem de ülkemizin son yıllarda ortaya çıkarabildiği en güçlü siyasi figür ile en güçlü entelektüel figürün ülkenin bir ve iki numarası olarak yan yana görev yapacağı bir döneme giriyoruz. Bu isimler biri Cumhurbaşkanı, diğeri ise Başbakan olarak Yeni Türkiye’nin inşasında görev üstlenecekler. Bu, her yönüyle yeni bir dönem, yeni bir fırsat, yeni bir imtihan ve yeni bir sorumluluk anlamına gelmektedir.

Doğrusu işin hafife alınır tarafı yoktur. Sayın Mahçupyan’ın tespitinden yola çıkacak olursak ülkede demokratikleşme ve sivilleşmenin sağlanması; bütün uygulamalarda adalet, özgürlük, şeffaflık, liyakat ve ehliyetin esas alınması; rüşvet ve yolsuzluk gibi arazlarla mücadele edilmesi; dezavantajlı toplumsal kesimlere sahip çıkılması; toplumsal farklılıklarımızın zenginliğe dönüştürülmesi; güzel şehirler kurulması ve temiz bir çevrenin inşası; sağlıklı bir nesil yetiştirilmesi ve ülkemiz potansiyelinin harekete geçirilmesi gibi konularda ne bekleyeceksek bu kadrodan bekleyeceğiz.

Ülkemizde son yıllarda önemli bir mesafenin alınmasına ve adeta “sessiz bir devrimin” yaşanmasına aracılık eden Ak Parti hız kesmeden ikinci on yılda yeni bir hedefe odaklanmalıdır. Bu hedef; ülkemizi her alanda ileri düzey gelişmiş ülkeler seviyesine çıkarmak ve daha önemlisi her alanda yeni bir medeniyet hamlesine girişmek olmalıdır.

Ak Parti, adalet, özgürlük ve anlam arayışında yeni bir dalga başlatmalı ve Anadolu insanının tarihsel yürüyüşüne daha uzun süre öncülük edecek bir momentum oluşturmalıdır. Bu dönem artık mazeretlerin değil çözümlerin konuşulduğu bir dönem olmalıdır. Gücümüzün neye yettiğini, neyi başarabileceğimizi, ne üretebileceğimizi bu dönemde daha iyi göreceğiz. Artık, zaman yeni okullar açma, yeni ocaklar yakma, yeni mektepler kurma, yeni modeller geliştirme zamanıdır. Zaman, sadece Anadolu için değil bütün İslam Coğrafyası için hatta bütün insanlık için düşünme ve yola çıkma zamanıdır.

Ancak bunun başarılabilmesi önemli oranda merkezi ve yerel siyasetin adalet, ehliyet ve meşveret ilkeleri doğrultusunda yeniden yapılandırılmasına, parti içi demokratik süreçlerin iyileştirilmesine, her alanda katılımcığın sağlanmasına ve insan kaynağının yenilenmesine bağlı olacaktır. 

Seçim sonuçlarının ağırlıklı olarak kültürel unsurlar ve ulusal dinamikler tarafından şekillendiriliyor olması, yerel siyasetin nitelik, düzey ve başarı açısından gerçekte ne durumda olduğunun tespitini neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Bu durum, yerelde siyasetin tekâmülünü engellemekte; çoğu durumlarda içten içe yozlaşmasına sebep olmakta; daha kötüsü ise şehirlerimizin, insanların çalışarak, emek vererek, mücadele ederek bir yerlere gelebildiği alanlar olmaktan çıkmasına yol açmaktadır. Nepotizmin temel yaklaşım haline geldiği bu tür durumlarda liyakat ve ehliyetin yerini sadakat ve itaat almakta bu ise ulusal siyasetin fideliği olan yerel siyaseti bu açıdan işlevsiz hale getirmektedir.

Bu durum bir taraftan siyasetin Ankara ve İstanbul gibi birkaç merkeze sıkışmasına sebep olmakta, diğer taraftan yerel düzeyde gerekli insan kaynağından mahrum bırakıldığı için sorunlarıyla bir türlü baş edemeyen ve sosyoekonomik gelişmişlik açısından ulusal gelişmişliğin gerisine düşen illerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Tarihsel tecrübe göstermiştir ki, devlet dediğimiz aygıt ya bir medeniyetin taşıyıcısı ya da bir zorbalığın aracıdır (H. Demir). Bir medeniyetin taşıyıcısı haline getiremediğimiz devletin zaman içinde bir zorbalığın aracına dönüşmesi kaçınılmazdır. Devletin ideolojisi ne olursa olsun bu böyledir. Bunun önüne geçmenin yolu, her alanda yeni bir medeniyet hamlesine girişmek ve devleti bir medeniyetin, bir fikrin, bir idealin, bir umudun taşıyıcısına dönüştürmektir. Bu ise ancak, insanlık adına bir ideali olan; her zaman ve zeminde adalet ve anlam arayışını sürdüren; insan, eşya, bilim, kültür, sanat, hayat ve ölüm adına söyleyecek sözü olan insanlarla mümkün olacaktır. 

Yeni bir muhasebe ve inşa sürecinde buluşmak dileğiyle…

igezer@hotmail.com