Okumak, Yazmak ve Düşünmek Üzerine

 

Okumak, Yazmak ve Düşünmek Üzerine…

Anadolu’nun yetiştirdiği önemli filozof ve gönül adamlarından biri olan ve yazdığı Mem u Zin isimli aşk temalı eseriyle tanıdığımız Ahmed-i Hani, kendi yaşadığı dönemde insana ve insanî olana değer verilmeyişine ve insanî olanın yerine materyalizmin ikame edilmiş olmasına tepki gösterir. Maddiyatın her şeyin ölçüsü haline getirilmesini en merkezî insanî sorun olarak görür. Zira materyalizm, insanî olan her şeyi yani maneviyatı, özgürlüğü, yaşamı ve aşkı tüketmekte ve yozlaştırmaktadır. Ve Ahmed-i Hani bu materyalizm eğilimine karşı koymanın yolunun ise okumakyazmak, öğrenmek ve olgunlaşmaktan geçtiğini ileri sürer.

Toplum olarak maalesef okuma, yazma ve düşünme ile aramız pek iyi sayılmaz. Tarihte de böyle olmuş. “Fetihleri biz yapmışız, tarihini başkaları yazmış”. Hatta atalarımız Orhun Anıtları’nı diktiklerinde üzerine yazılacak yazılar için Çin’den yazıcı getirmişler. Ama elbette zaman içinde bu eksiklikleri aştığımız dönemler de olmuş. Özellikle İslam ile tanıştıktan sonra yaklaşık bin yıl süreyle yeryüzünde insan adına, hayat adına, ölüm adına, sevgi ve aşk adına, ilim ve hikmet adına ne üretilmiş ise bizim medeniyetimizce üretilmiş… 

Okumak, yazmak ve düşünmek, Allah’ın nimetine, lütfuna ve keremine mazhar olmanın bir yoludur. Zira Kur’an’da “Oku Rabbin kerem sahibidir” buyrulur. Okumak ile nimet arasında bir korelasyon kurulur. Bu yüzdendir ki, tarih boyunca en çok kim ilimle, bilgiyle ve kitapla meşgul olmuşsa onun daha çok nimete ve zenginliğe mazhar olduğunu görürüz. Bu adeta bir sünnetullahtır.  Kim böyle davranırsa Allah ona nimetini artırmıştır.  

Okumak, yazmak ve düşünmektir ki, insanı beşer olmaktan insan olmaya oradan da insanı kâmile yüceltir. Okumak, yazmak ve düşünmektir ki, beşeri aşkı ilahi aşka dönüştürür. Leylayla çıkılan yolda Mevlayla buluşmayı sağlar… Maddeyi manaya, teni tine, şehvet ateşini aşk ateşine ve mahpushaneleri Medresey-i Yusufiye’ye dönüştürür.

Okumak, yazmak ve düşünmek, insanın kendini tanımasını sağlar: Öğrendikçe makro âlemde ne kadar mikro bir alanı temsil ettiğini görür. İlim deryası içinde ne kadar da az şey bildiğini anlar. Bu ise insanı mütevazı kılar. Ve döner kendi kendine, “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diye seslenir Sokrates gibi... ya da “İlim ilim bilmektir, İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin bu nice okumaktır” diye nida eder Yunus gibi…

Okumak, yazmak ve düşünmektir ki, insana sorumluluklarını hatırlatır, onun daha iyi bir insan, daha erdemli bir toplum, daha özgür bir ülke ve daha anlamlı bir dünya için seferber olmasını sağlar. Onu yeni okullar kurmak, yeni mektepler açmak, yeni ocaklar yakmak ve mazlumlar, mahrumlar, kimsesizler, yetimler ve öksüzler adına bir şeyler yapmak üzere harekete geçirir.

Okumak, yazmak ve düşünmek insanı mütevazı kılar. Nasıl ki, başaklar içleri boşken başları havadadır ve doldukça başlarını eğerler… İnsan da okudukça, yazdıkça ve düşündükçe kâinattaki gerçek yerini anlar ve haddini bilir. Nerede böbürlenen, kasılan, adeta küçük dağları ben yarattım havasıyla dolaşan birilerini görürseniz bilin ki, bu adam insana dair, hayata ve ölüme dair, sevgiye ve aşka dair pek bir şey okumamış, hayata dokunamamış demektir. 

Okumak, yazmak ve düşünmek, insanı hoşgörülü kılar. Okuyan, yazan ve düşünen bir insan farklı yaşam tarzlarının, farklı düşüncelerin normal bir şey olduğunu anlar ve farklılıkları bir zenginlik olarak görür. Nasıl ki tabiattaki bu kadar farklılık ve renklilik her biri ayrı bir zenginlikse insanların da Kürt, Türk, Alevi, Sünni, sağcı, solcu, köylü, şehirli, kadın ya da erkek olmalarının da doğal bir şey olduğunu görür. Kendi dışındaki insanların da umutları, arzuları, beklentileri, hayalleri, düşleri, adalet ve özgürlük talepleri olduğunu anlar.

Okuyan, yazan ve düşünen insan “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” der Y. Emre gibi, “Ne olursan ol yine de gel” der Mevlana gibi, “Dili, dini, ırkı ne olursa olsun iyiler iyidir” der H. Bektaşı Veli gibi...

Okumak, yazmak ve düşünmek, insanı önyargılardan kurtarır. Bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmasını engeller. Maalesef hem dünya hem de ülkemiz birbirini anlamamaktan çok çekti. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı ve kanlı devrimlerde mega boyutta ölümler yaşanmış ve bu çağ Brezinski’nin ifadesiyle mega ölümler çağı olarak tarihe geçmiştir. Sadece savaş meydanlarında 200 milyondan fazla insan ölmüştür. Ünlü düşünür Sorokin’nin ifadesiyle 20.yy’ın ilk yarısında yapılan savaşlarda ölen insan sayısı ondan önceki beş bin yılda yapılan savaşlarda ölen insan sayısından daha fazladır. Maalesef batı medeniyeti ve küreselleşme süreci okuyarak, yazarak ve düşünerek barıştan çok savaşı geliştirdi.

Yine bizim ülkemiz de ısrarla birbirini anlamama, empati yapamama yüzünden çok sıkıntılar çekti. “Bir yemin ettim ki dönemem” inatçılığı Kürt, alevi ve dindar insanlarımızın yıllarca yaşadığı sorunların adının konulmasının bile yıllarca ertelenmesine sebep oldu. Bu anlayış yüzünden bu güzelim ülke; 1915 olaylarını, dersim katliamını, varlık vergisini, 6-7 Eylül olaylarını, 27 Mayısları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları, siyasi idamları, Diyarbakır ve Mamak işkencelerini, Maraş, Sivas ve Malatya olaylarını, başörtüsü yasaklarını, ikna odalarını yaşamak zorunda kaldı. Son 30 yıldır yaşanan kardeş kavgası yüzünden yaklaşık 50 bin insanımız hayatını kaybetti.

Oysa İranlı düşünür Abdulkerim Suruş’un dediği gibi tabiattaki bin bir çeşit bitkileri, dağları, ovaları, tepeleri, havayı, suyu, denizi ekini vs. dümdüz etmek ne ise, toplumun içindeki farklılıkları, çeşitlilikleri de tek tip hale getirmek de aynen böyledir. Âlemde aslolan nasıl ki kesretse, toplumda aslolan da kesrettir (çokluktur). Okumayan, yazmayan ve düşünmeyen, ilim ve hikmetle hareket etmeyen, farkındalık geliştirmeyen bu insanlar yüzünden bu güzelim ülke de dünya da çok çekti. Maalesef bu ülke değerli akademisyen K. Karpat’ın ifadesiyle neredeyse yüz yıldır entelektüel enerjisinin %75’ini her türlü derinlik ve içerikten yoksun bir şekilde tartıştığı din ve laiklik tartışmalarıyla berhava etmiştir. 

Bunların hepsi muhataplarımızı tanımadan tanımlamaya kalkmak, farklılıklara tahammül göstermemek, muhataplarımızla empati kurmamak, okumamak, yazmamak ve düşünmemekten kısacası bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmaya kalkmaktan kaynaklandı.

Oysa okumak, yazmak ve düşünmek, insana farklı insanları, farklı dünyaları, farklı düşünceleri tanıma imkânı sunar. Sefilleri okuyan bir insan 1850’lerde Fransa halkının nasıl altüst oluşlar yaşadığını, açlığın ve sefilliğin pençesinde can çekişen insanları, yapılan bir iyiliğin, zalim ve inançsız bir insan üzerinde nasıl bir etkiye yol açabileceğini, Jan Valjanı, Javer’i ve Cosette’yi yakından tanır ve kendini iyi kötü mücadelesinde iyiden yana konumlandırır. Yine John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’ni okuyan bir insan, 1930’larda yaşanan kıtlık sırasında Amerikalı köylülerin destansı dayanışmasına tanık olur, onlarla empati kurar ve iyisi, kötüsü, mazlumu ve zalimiyle insanın her yerde insan olduğunu anlar.  Dostoyevski’nin Karamozov Kardeşlerini okuyan bir insan, hayatı boyunca birçok kötülük yapmış, kötü olarak tanınmış insanların bile yüreklerinin derinliklerinde hep iyi bir tarafın olduğunu, insani bir damarın varlığını hisseder.

Okumak, yazmak ve düşünmek, sürekli gelişmenin ve hayat boyu öğrenmenin en etkili aracıdır. Hayat, bisiklet sürmek gibidir. Yerinizde sayamazsınız. Ya ilerleyecek ya da düşeceksiniz / gerileyeceksiniz.  İki günü denk geçen ziyandadır. Doğmakla meşgul değilseniz ölmekle meşgulsünüz demektir.

Keşke gençlerimiz… En azından boş zamanlarında mırıldanacak kadar birkaç türkü bilebilseler. Sezai Karakoç’dan, Necip Fazıl’dan, Mehmet Akif’ten, Nazım Hikmet’ten, Ahmet Arif’ten, Fuzuli’den birkaç şiir ya da en azından birkaç beyit ezbere bilseler mesela…

“Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir
Kandil geceleri buhur kokmuyorsa,
Yağmurdan sonra sokaklar ortadan kalkmıyorsa,
O şehirden öç almanın vakti gelmiş demektir”  diyen İsmet Özel’den,
    
“Ağlarım, ağlatamam, hissederim söyleyemem…
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım”  diyen Akif


Yaşamak “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” ….  N. Hikmet


“Bende Mecnundan füzun âşıklık istidadı var.
Âşık-ı sadık menem, Mecnunun ancak adı var” diyen  Fuzuliyi,


Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş,
Burhan arardım aslıma,
 

Aslım bana burhan imiş.  diyen Hemşerimiz  Niyazi Mısrıyi,

“Bir kez gönül yıktın ise
Bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil” diyen  Yunus’u


A Kardeşim, sen sadece düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et kemiksin.
Gül düşünür gülistan olursun,
Diken düşünür dikenlik olursun...” diyen  Mevlana’yı,


Zindan iki hece, Mehmed`im lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynunda yafta...
Halimi düşünüp yanma Mehmed`im!
Kavuşmak mı? .. Belki... Daha ölmedim!

Kitaplar var ki dünyayı değiştirir. Kur’anı Kerimin, İncilin , Tevratın insanlık ve dünya üzerindeki etkilerini biliyoruz. Başka etkili kitaplar da var. Henry David Thoreau’nun Sivil itiatsizlik kitabı olmasaydı… Belki de Gandi modelini geliştiremeyecek ve Hindistan…, Nichole Macyevelli’nin Hükümdar kitabı olmasaydı belki de bugünün idarecileri bu kadar pragmatist olmayacaklardı. Harriet Beecher Stowe’un “Tom Amcanın Kulübesi” adlı eseri olmasaydı çok büyük bir ihtimalle Linchon ABD başkanı olamayacak ve kölelik kalkmayacaktı. Hitler’in Kavgam kitabı olmasaydı Faşizm Avrupa’yı bu kadar kasıp kavurmayacaktı. Kitaplar yazılış gayelerine göre olumlu ve olumsuz birçok gelişmeye de yol açmıştır.