Nefret Söylemi Üzerine

 

Nefret Söylemi Analizi

Bir şahsa ya da topluluğa karşı işlenen herhangi bir suçun kaynağı o kimsenin ırkı, rengi, etnik kökeni, dini, cinsiyeti, cinsel yönelimi, yaşı, fiziksel veya zihinsel engelleri ise bu suç nefret suçu olarak kabul edilmektedir. Nefret söylemi ise nefret suçunun sözlü taciz, aşağılama, tehdit etme gibi konuşma ya da yazma yoluyla işlenen kısımlarını kapsamaktadır.  Nefret suçları; sözlü taciz, tehdit edici davranışlar, ad veya lakap takma, postayla ya da mesajla rahatsız etme, telefonla rahatsız etme, duvar yazısı, fiziksel saldırı, mobbing, soygun, hırsızlık, gasp, taciz, tecavüz, sarkıntılık, gözdağı verme, şiddet, aile içi şiddet, kundakçılık veya diğer herhangi bir şekilde zarar verme şeklinde işlenebilir. (1). Nefret suçu, ilk kez 1980’lerde Amerika’da kabul edilmiş ve zamanla diğer ülkelere yaygınlaşmıştır.

Nefret suçları özellikle imparatorluklardan ulus devletler sürecine geçilmesiyle birlikte bütün dünyada yükselişe geçmiş, Nazilerin Yahudilere, Sırpların Boşnaklara, Hinduların Müslümanlara karşı soykırım girişimlerinde tavan yapmış, bunun dışında da değişen dozlarda varlığını sürdürmüş, hala da sürdürmektedir. “Ötekileştirme”nin var olduğu her yerde nefret söylemi ve bunun sonuçları da var olacaktır. Tarihte de böyle olmuştur bugün de böyledir. İşte tarihte bir örnek;

İspanyollar ilk defa Amerika’ya ayak bastıklarında karşılarına çıkan yerli halkın (Kızılderililer) ruha sahip olup olmadıkları, dolayısıyla insan sayılıp sayılmayacakları konusunda kırk yılı aşan bir tartışma yürütmüşlerdir. Durum 1537’de papalık tarafından çıkarılan bir buyrukla çözüme kavuşturulmuştur. Tabii milyonlarcası öldürüldükten ve sayıları zarar vermeyecek kerteye çekildikten sonra…  Bir örnek de bugünden;

Kültür kehanetleri: Yerelliğin Toplumsal İnşası adlı makalesine Yael- Navaro Yaşın anlamlı bir hikâye ile başlar. “Biri çarşaflı, öteki ise başı açık ve mini etekli iki kadın Ayasofya müzesine girmek için sıra beklemektedir. Mini etekli kadın çarşaflı kadına dönerek, bunun bilet kuyruğu olup olmadığını sorar. Çarşaflı kadın çok şaşırır hayretler içinde, ‘Türkçe biliyor musun?’ diye sorar. Sorudan rahatsız olan kadın: ‘Evet’ der. ‘Türküm’. Bunun üzerine Aaaa! der çarşaflı kadın, ‘Hiç Türk’e benzemiyorsunuz. Ben yabancı sanmıştım sizi’. Durumdan rahatsız olan mini etekli kadın cevap verir. ‘Siz de hiç Türk’e benzemiyorsunuz. Ben de sizi Arap sanmıştım.” Çarşaflı kadın cevap verir. Elhamdülillah Türk’üz ve Müslüman’ız’. Mini etekli kadın: ‘Elhamdülillah biz de Türk’üz ve Müslüman’ız’ der.” (2).

11 Eylül 2001’de Newyork’daki Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kulelerine yapılan ve hala gerçekte kimin yaptığı tartışılan saldırı başta ABD olmak üzere bütün dünyada Müslümanlara karşı bir nefret söylemi dalgasına yol açmıştır. Nitekim yeni yapılan bazı anketler Amerikalıların önemli bir kısmının (2010’da %51, 2011’de %41) hala Müslümanlara karşı negatif bir bakışa sahip olduklarını ortaya koymaktadır.  (3).

Diğer taraftan ABD Federal Soruşturma Bürosu (FBI) tarafından yayınlanan nefret suçları raporu, ABD`de İslam karşıtı propagandanın halen yoğun şekilde devam ettiğini göstermiştir. Rapor, Müslümanlara karşı işlenen nefret suçlarının 2010-2012  arası iki yıllık dönemde her yıl yüzde 50 artış gösterdiğini ortaya koymuştur. (4).                             

Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sık sık nefret söylemi içeren haber ve yazılara rastlanılmaktadır. Hatta dönem dönem bunların tavan yaptığı bilinmektedir. Nefret söylemi içeren haber ve yazılarda en sık hedeflenen gruplar ise Ermeniler, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Rumlar olmakta ancak özellikle irtica tartışmalarının alevlendiği dönemlerde dindarlar, terör saldırılarının arttığı dönemlerde ise Kürtler de bu söylemden nasibini almaktadırlar. 

Türkiye`de medyanın sık sık başvurduğu taraflı, önyargılı ve ayrımcı dil özellikle de azınlık hakları, temel insan hakları, din ve inanç hürriyeti, düşünce hürriyeti gibi konularda daha çok ortaya çıkar. Haberlerde, özellikle de manşetler ve haber başlıklarında kullanılan provokatif, ırkçı ve ayrımcı dil, toplumda düşmanlık ve ayrımcı duyguları tetikleyen, kalıp yargıları güçlendiren birer araca dönüşür. Bu anlamda 28 Şubat sürecinde dindar insanlarımızı hedef alan “Topyekün Savaş” benzeri manşetler hala hafızalardaki canlılığını korumaktadır.

Böylesi bir dilin kullanılması bir taraftan toplumda huzursuzluk ve savunmasız gruplara yönelik yaygın bir önyargının oluşmasına yol açmakta, diğer taraftan hedef alınan kişi ve grupların  tedirginleşmesine, sessizleşmesine ve demokrasinin olmazsa olmazı olan sosyal ve siyasal yaşama katılım haklarından feragat etmelerine neden olmaktadır. Bu kışkırtıcı ve hedef gösterici dil kullanımı zaman zaman düşmanlaştırılan ve marjinalleştirilen grupların üyeleri ya da mekanlarına yönelik saldırılarla sonuçlanabilmektedir. (5).

Nefret söyleminin temelinde önyargılar, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, tarafgirlik, ayrımcılık ve cinsiyetçilik gibi unsurlar yatmaktadır. Bunların başında ise çoğu zaman bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaktan kaynaklanan önyargılar yer alır. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan ve insan, eşya, adalet, hak, hukuk, hayat ve ölüm hakkında yeterince kafa yormayan insanlar alabildiğine sığ ve hoyrat yaklaşımlarla insanları tanımlamakta, gruplamakta ve ötekileştirmektedirler. Tanımadan çok tanımlamayı öne çıkaran bu dil maalesef hala varlığını sürdürmektedir. Aşağıdaki anektod önyargının nelere yol açabileceği hakkında ip uçları vermektedir.

Bir gün, adamın biri Newyork’da central parkta gezinmektedir. Bu sırada, pitbull cinsi bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Hemen kızın yardımına koşar, köpekle sıkı bir boğuşma yaşadıktan sonra köpeği öldürmeyi başarır ve böylece küçük kızın hayatını kurtarır. Bu olaya tanık olan bir polis adamın yanına gelir ve şöyle der:

-Sen bir kahramansın! Yarın bütün gazeteler ``Cesur Newyorklu küçük kızın hayatını kurtardı`` diye yazacaklar!” der. Adam; ``Ben Newyorklu değilim`` deyince, polis şöyle yanıt verir: “O halde ``Cesur Amerikalı, küçük kızın hayatını kurtardı`` diye yazacaklar! der. Buna karşılık adam; ``Ben Amerikalı da değilim`` deyince polis ``Peki nesin o halde?`` diye merakla sorar. Adam, Ben ``Pakistanlıyım`` diye yanıt verir.

Ertesi gün gazetelerin manşetlerinde şöyle yazmaktadır: Vicdansız Pakistanlı köpeği öldürdü.

Ötekileştirici bir dilin ülkemizin yakın geçmişinde yol açtığı yol kazalarından biri de Hrant Dink’in hunharca katledilmesidir. Bu olay bize dördüncü kuvvet olarak adlandırılan medyanın, en etkin kültürel iletkenlerden biri olmanın yanı sıra bu gücüyle asıl amaçlananın tam tersine nefret söylemini, ırkçı düşünceyi ve ötekileştirici tutumu yayma konusunda da son derece etkili olabileceğini göstermiştir.

 Geçtiğimiz yıllarda yaşanan bazı nefret suçları incelendiğinde, medyanın katkısı daha anlaşılabilir olacaktır. Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi olarak yargılanmakta olan Yasin Hayal, verdiği ifadede “Hrant Dink`i şahsen tanımadığını ama gazetelerden Türk düşmanı olduğunu okuduğunu” söylemiştir. Daha vahimi, Aralık 2007`de İzmir Ayasofya Kilisesi rahibine saldıran zanlı ise Hrant Dink’in katili Ogün Samast gibi kahraman olmak için bu fiili gerçekleştirdiğini ifade etmiştir.

Malatya’da gerçekleşen ve üç Hıristiyan’ın vahşice katledildiği Zirve Kitabevi cinayetleri de yine basın yayın organlarının misyonerlik faaliyetlerini aşırı şekilde abartmaları sonucu kamuoyunda oluşan Hıristiyanlık düşmanlığını takiben gerçekleşmiştir. Kuvvetle muhtemel arkasında bir örgüt olan bu propaganda o kadar tutmuşturki, Malatya’da hemen herkes ilde 500’ün üzerinde kilise evin olduğunu, misyonerlerin bütün köşe başlarını tuttuklarını, gençlerin 500 dolar karşılığı din değiştirdiklerini konuşmaya başlamıştır. Ancak nedense hiç kimse bu kilise ya da misyonerlerden birini gördüm dememiştir. Hemen herkes bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmuş ve Hıristiyanlara karşı oluşan cephede saf tutmuştur. Cinayetler işte tam da böyle bir sürecin sonunda gelmiştir.     

Üzücü olan ise bütün bunların derin bir hoşgörü kültürü ve tarihinde yüzlerce farklılığı başarılı bir şekilde yönetme geleneği olan bir coğrafyada yaşanıyor olmasıdır. “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” diyen Yunus,  “Ne olursan ol yine gel” diyen Mevlana, “Dili, dini, ırkı ne olursa olsun, iyiler iyidir” diyen H. Bektaşi Veli gibi gönül adamlarımız sanki bu topraklarda yetişmemiş, bu coğrafyada dolaşmamış ve bu toprakları mayalamamıştır. Nasıl oldu da bu güzelim ülke bu hoşgörü  kültüründen “Katillerin “ulusal kahraman”, şairlerin “vatan haini” olduğu bir ülkeye dönüşüverdi.

Amerika’da derisinin renginden dolayı ötekileştirilen ve tepki olarak kendisinin de beyazları ötekileştirdiği Amerikalı Müslüman lider Malcolm X, 40 yaşında gittiği hacc ziyaretinde beyaz dirseklerle siyah dirseklerin birbirine dokunur halde saf tuttuğunu gördüğünde heyecana kapılır ve Amerika’da şahit olmadığı bu durum karşısında kaleme sarılır ve eşi Betty X’e gözyaşları içinde şunları yazar:

“Betty, Yüce Allah, kutsal Mekke’yi ziyaret etmekle ödüllendirdi beni. Kabe’nin çevresini yedi kere döndüm. Dertlere deva zemzemden kana kana içtim. Safa ve Merve tepeleri arasında yedi kere gittim geldim. Tarihin en eski kenti Mina’da Arafat’ta dua ettim. Biliyor musun Betty dünyanın dört bir yanından onbinlerce hacı ile birlikteyim. Mavi gözlü sarışınlardan, siyah derili Afrikalılara kadar bütün renkler kaynaşmış durumda. Hepsi birliği, tek bir ruh halini simgeliyor. Bu bizim Amerika’da göremediğimiz bir manzaradır. İnanmayacaksın ama tenleri beyazdan daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim. Hepimiz kardeştik. Ben artık ırkçı bir Müslüman değilim. Çünkü Peygamberimiz ırkçılığı yasaklamıştır”. (6). Malcolm X, tek bilinmeyenli denklemini çözmüştü. Haccını tamamlayıp Amerika’ya döndüğünde Malcolm X değil, Malik eş- Şahbaz’ dır artık.

İranlı düşünür Suruş’un da dediği gibi “Tabiattaki bin bir çeşit bitkileri, dağları, ovaları, tepeleri, havayı, suyu, denizi ekini vs. dümdüz etmek ne ise, toplumun içindeki farklılıkları, çeşitlilikleri de tek tip hale getirmeye kalkmak odur”. Âlemde aslolan nasıl ki kesretse, toplumda aslolan da kesrettir yani çokluktur, çoğulculuktur.

Yukarıda bahsedilen olumsuz yaklaşımlardan kurtulmanın yolu yeni yetişen nesillerin daha hoşgörülü, farklılıklara açık, özgüven sahibi ve donanımlı yetişmelerini sağlamaktan geçmektedir. Zira bu sorun ancak toplumsal bir zihniyet değişimiyle aşılabilir. Bunun yanı sıra etnik vurgudan arındırılmış, evrensel ilkeleri ve eşit vatandaşlığı esas alan bir anayasa yapılması da buna katkı sağlayacaktır. Nefret söylemiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılması ve bu suçların kamu tarafından izlenerek raporlanması gibi tedbirler önemli olacaktır. Ayrıca bu alanlarda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarının artması, toplumdaki farklılıkların temsil edildiği istişare ve ortak akıl toplantıları, forum ve çalıştayların yapılması farklı toplumsal kesimler arasındaki geçişkenliği arttıracaktır. Bu süreçte insanlar birbirini tanıyacak ve sadece insan olmaları nedeniyle birbirini anlamlı ve değerli bulacaklardır. Nasıl ki tek bir besinden başkasını sindiremeyen mide hastalıklı bir mide ise tek bir düşünce, yaklaşım ya da ideolojiden başkasını anlayamayan kafa da hastalıklı bir kafadır. Bu kimseleri Yunus şöyle uyarır.

Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan,

Halka müderris olsa hakikatte asidir.

Son zamanlarda gerçekleştirilen genetik şifre çözüm çalışmaları genlerimizin birbirinden farksızlığını ortaya koydu. İnsanlar yaratıcılık ve üretkenlik yetenekleri bakımından bu kadar çeşitliliğe sahip olmalarına rağmen insanlık olarak tam bir türsel birliğe sahiptir. Hepimiz aynı türe ve benzer özelliklere sahibiz. Bu anlamda peygamber sözünde belirtildiği gibi hepimiz bir tarağın dişleri gibiyiz.

Hepimiz Hz. Âdem’in çocukları olmaktan kaynaklanan bir akrabalığa ve insan olmaktan kaynaklanan ortak bir genetik, beyinsel ve duygusal bir kimliğe sahibiz. Belki de bu yüzden olsa gerek, E. From “Bir insanı tanımak, bütün insanları tanımak gibidir” demiştir.  

Diğer taraftan bu süreçte devletin küçültülüp sivil alanın genişletilmesi de anlamlı olacaktır. Burada, “En ideal toplum, devlete en az iş bırakılan toplumdur” yaklaşımı esas alınmalıdır. Zira devlet büyüdükçe ve alanını genişlettikçe toplum da dâhil her şeye efendilik yapma ve her şeyi şekillendirme hevesine kapılmaktadır. Devletin sivil toplum tarafından dengelenmediği her ortamda “toplum mühendisliği” çalışmaları kaçınılmaz olacaktır. Devlet ile toplumun çıkarlarının uyuşmazlığını vurgulamak için, bir silindir içinde git-gel hareketi yapan piston metaforu kullanılır. Buna göre birinin alanının genişlemesi öbürünün alanının daralması anlamına gelecektir.     

Nefret söyleminden ve ötekileştirmeden kurtulmanın bir yolu da dünyayı 2000 yıldır kıskacına alan Aristo Mandığı (düz mantık) yerine saçaklı mantığı (bulanık mantık, fuzzy logic, iletişimsel mantık, diyalektik mantık) öne çıkarmaktan geçmektedir.

Zira düz mantık, “ya - ya da” esasına gore çalışır. Ya hep, ya hiç; ya siyah, ya beyaz; ya sağcı ya solcu; ya şair ya ressam. Oysa kara denilen şeylerin (saç, kumaş, gece, kömür) hepsi aynı olmadığı gibi tüm beyazlar (köpük, bulut, elmanın içi, kemik, diş, kar) da aynı değildir. Beyaz diye bir şey yok, beyazımsı şeyler var. Gerçek dünyada %100 doğru ya da %100 yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur. (7).

Aristocu bir dünyada her insan tek bir kimlikle tanımlanır. Bu kimliklerin aşırı önemsenmesi ya da görmezden gelinmesiyle birlikte bu kimlikler Amin Maaolouf’un tespitiyle “ölümcül kimlikler” e dönüşür. (8).  Milan Kundera’nın “Bir insanın neresine vurursanız orası kimliği olur” tespitinde olduğu gibi inkâr edilen ya da görmezden gelinen dini, etnik ve mezhebi kimlikler öne çıkmaya ve ayrışmanın zeminini oluşturmaya başlar.

Saçaklı mantık ise “hem – hem de” yaklaşımını esas alır. Buna göre sahici dünya kırçıl bir dünyadır. Bu kırçıl dünyayı anlamak için içinde kırçıl kelimeler olan bir dil kullanmalıyız. Her şey bir sıralama meselesidir. Kimlikler arasında alabildiğine geçişkenlikler ve gri alanlar vardır. İnsan tek bir kimliğe indirgenemez. İnsanın din, dil, etnisite, coğrafya, cinsiyet vs’den kaynaklanan onlarca kimliği vardır. Bunca kimliğin ve aidiyetin olduğu bir dünyada “insan olmak” üst kimlik olarak yeterli kabul edilmeli ve insanlar, tabii hukuk ve evrensel ilkeler çerçevesinde beraber yaşamanın yollarını bulabilmelidir.

Bunun başarılabildiği bir ülkede çoğulculuk ve farklılıklar zenginlik olarak kabul edilecek, “öteki” olmayacak ve buna bağlı olarak nefret söylemi minimize edilecektir.  

Kaynaklar

(1)               http://tr.wikipedia.org/wiki/Nefret_su%C3%A7u

(2)               Türkiye’nin Zihin Tarihi,  Hilmi Yavuz, Timaş Yay. 2009, İstanbul

(3)               http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=1337555

(4)               http://www.pressmedya.com/haber/12529/muslumanlara-yonelik-nefret-suclari.html

(5)               http://www.nefretsoylemi.org/

(6)               Molcolm X, Alex Haley, İnsan yayınları, İstanbul.

(7)               Aklın Yolu da Bir Değildir,  Alev Alatlı, Destek Yayınları, Ankara).

(8)               Ölümcül Kimlikler, Amin Maaolouf, Çev. Aysel Bora, Yapı Kredi Y, 2002. İst