Kürt Sorunu Üzerine

 

Kürt Sorunu Üzerine

Kürt sorunu, Alevilik sorunu ve başörtüsü sorunu gibi sorunlar temelde çok dinli, çok etnisiteli ve çok mezhepli bir yapıya sahip Osmanlı bakiyesi Anadolu topraklarının zorlamalarla tek dinli, tek etnik yapılı ve tek mezhepli bir yapıya dönüştürülmeye çalışılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Ancak gelinen süreçte bunun mümkün olmadığı, doğru olmadığı ve insani olmadığı anlaşılmıştır. Sosyal yapıların, ontolojik ve tarihi gerçekliklerin bu tür yöntemlerle ortadan kaldırılamayacağını görememek maalesef Türkiye’ye çok pahalıya mal olmuştur. Bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti olgular üzerine değil kurgular üzerine kurulmuş bir yapılanmadır.

“Bir yemin ettim ki dönemem” inatçılığı Kürt, alevi ve dindar insanlarımızın yaşadığı sorunların adının konulmasını bile yıllarca engellemiştir. Bu anlayış yüzünden bu güzelim ülke; 1908 tehcir ve transfer olaylarını, dersim katliamını, varlık vergisini, 6-7 Eylül olaylarını, 27 Mayısları, 12 Eylülleri, 28 Şubatları, siyasi idamları, Diyarbakır ve Mamak Hapishanesi işkencelerini, Maraş, Sivas ve Malatya olaylarını, başörtüsü yasaklarını, ikna odaları mizanseni gibi olayları yaşamak zorunda kalmıştır. Tüm bu süreçler karşıtlarını üretmiş ve şiddet şiddeti doğurmuştur. Dahası bu hastalıklı yapı karşıt yapılar içinde kan ve gözyaşı ile beslenen karanlık güçleri ve gizli yapılanmaları ortaya çıkarmıştır. 

Cumhuriyeti kuran iradenin tekilci bir yapıyı tercih etmeleri milliyetçilik ya da Sünnilik taassubundan ziyade sürekli toprak kaybı yüzünden bölünme ve yok olma sendromu yaşandığı bir dönemde bu yolun o dönem şartlarında ülkeyi düze çıkarmanın en rasyonel yolu gibi görünmesinden kaynaklanmıştır. İttihadı anasır ve ittihadı İslam projelerinden sonra ittihadı etrak projesi bir çıkış yolu olarak görülmüştür. Zira bu kadroların öncelikli amacı milliyetçilik vs yapmaktan ziyade ülkeyi yeni bir bölünme dalgasından koruyacak bir Formül bulmaktır. Hatta denilebilir ki İttihadı Anasır, İttihadı İslam ve İttihadı Etrak projeleri aynı ya da benzer kadrolar tarafından yürütülmüştür.       

Bu anlamda Anadolu, Müslümanlaşmasını Cumhuriyete borçludur. Çünkü Cumhuriyet Anadolu’nun Müslümanlaşmasını devlet politikası haline getirmiştir. Peki, bu durumda Müslümanların kazançlı çıktığını söylemek mümkün müdür? Elbette ki hayır? Ülke zenginliklerini, farklılıklarını ve en önemlisi birlikte yaşama kültürünü önemli oranda kaybetmiştir. Başka kayıplarımız da vardır. Maalesef bu ülke değerli akademisyen K. Karpat’ın ifadesiyle neredeyse yüz yıldır entelektüel enerjisinin %75’ini her türlü derinlik ve içerikten yoksun bir şekilde tartıştığı din ve laiklik tartışmalarıyla berhava etmiştir.  

Dünyadaki demokratikleşme eğilimine paralel olarak Türkiye’de yaşanan demokratikleşme ve son yıllarda yakalanan istikrarlı gelişme süreci önümüze yeni imkânlar çıkarmıştır. Adalet, özgürlük ve hukukun üstünlüğünün esas alındığı bir Türkiye kurmak ve ülkedeki tüm kesimlerin katılımı ve mutabakatıyla yeni bir anayasa hazırlamak imkânıyla karşı karşıyayız. Bu imkân iyi değerlendirilmelidir.

Öncelikle ülkede yaşayan tüm sosyal kesimler birbirimizi ötekileştirme eğiliminden vazgeçmelidir. Bu sorun, maalesef sık sık karşımıza çıkan ve bir türlü aşamadığımız bir sorundur.  Hilmi Yavuz, “Türkiye’nin Zihin Tarihi” adlı çalışmasında bu konuyla ilgili biraz da kışkırtıcı bir örneğe yer verir. Kendisinin de bir başka çalışmadan alıntıladığı bu olay iki kadın arasında geçmektedir.

Biri çarşaflı, öteki ise başı açık ve mini etekli olan iki kadın Ayasofya müzesine girmek için sıra beklemektedir. Mini etekli kadın çarşaflı kadına dönerek, bunun bilet kuyruğu olup olmadığını sorar. Çarşaflı kadın çok şaşırır hayretler içinde, ‘Aaaa.. Türkçe biliyor musun?’ diye sorar. Sorudan rahatsız olan kadın: ‘Evet’ der. ‘Türküm’. Aaaa! der çarşaflı kadın, ‘Hiç Türk’e benzemiyorsunuz. Ben yabancı sanmıştım sizi’. Durumdan rahatsız olan öteki kadın cevap verir. ‘Siz de hiç Türk’e benzemiyorsunuz. Ben de sizi Arap sanmıştım.” Çarşaflı kadın cevap verir. “Elhamdülillah Türk’üm ve Müslüman’ım’ der. Mini etekli kadın: ‘Elhamdülillah ben de Türk’üm ve Müslüman’ım’ diye cevap verir”.

Ülke ve toplum olarak önemli eksikliklerimizden biri ise empati kurma kültürünü yaygınlaştıramamış olmamızdır. Maalesef muhataplarımızla yeterince empati kuramıyoruz. Onların ne tür sorunlarla karşı karşıya oldukları ve yaşadıkları sorunlar karşısında neler hissettikleri üzerine yeterince kafa yormuyoruz, çaba sarf etmiyoruz.   

 “Tarlada çalışan bir köylü, yolda bir trafik kazasına şahit olur.  Hemen olay yerine koşar ve kaza geçiren adama sorar: Geçmiş olsun, bir yeriniz acıyor mu? Çektiğim acı yüzümden okunmuyor mu? diye karşılık verir adam. Bunun üzerine köylü cevap verir: Benim okumam yazmam yokki... ”. Aslında hepimizin çektiği acıları, yaşadığı sıkıntıları anlamak için yüzlerimize bakmak yeterlidir. Yeter ki bu bakışlar boş bakışlar değil ferasetle, basiretle yapılan bakışlar olsun. Oysa tek yapmamız gereken şey kendimizi muhatabımızın yerine koymak ve onun yerinde olsaydık neler hissedeceğimizi kendimize sormaktır.  

Farklılık zenginlik, çoğulculuk dinamizmdir. Çoğulculuk daha iyiyi üretmek ve iyide yarışmak için bir fırsattır. Gerek Türk ve İslâm tarihinde gerekse diğer medeniyetlerde en parlak ve en verimli dönemler farklılıkların kabul gördüğü dönemler olmuştur. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bir şehrin köşesinde 10 dakika durduğunuzda önünüzde onlarca farklı insanın geçtiğini görürsünüz.   

Hiç birimiz bir diğerimize benzemek zorunda değiliz. Herkesin yolu, yöntemi, dini, mezhebi, etnisitesi, dünya görüşü, siyasi ve felsefi yaklaşımı farklı olabilir. Farklılıklarımız oranında birbirimiz için üretici, faydalı ve katkı sağlayıcı olacağımızı unutmamalıyız. 

İranlı düşünür A. Suruş’un dediği gibi “Tabiattaki bin bir çeşit bitkileri, dağları, ovaları, tepeleri, havayı, suyu, denizi ekini vs. dümdüz etmek ne ise toplumun içindeki farklılıkları, çeşitlilikleri de tek tip hale getirmeye kalkmak da odur. Âlemde aslolan nasıl ki kesretse, toplumda aslolan da kesrettir (çokluktur, çoğulculuktur).

Farklılıkları ve çoğulculuğu öne çıkarmak güzel, ancak sadece bunlara vurgu yapar da ortak paydalarımızı öne çıkarmayı, bir referans noktası, bir dayanak noktası belirlemeyi ihmal eder ve “çokluk içinde birliğe” ulaşma hedefinden vazgeçersek bu durum bizi bir zihin karışıklığına bir değerler kaosuna da sürükleyebilir. Böyle bir sonuç kimsenin hayrına da olmayacaktır.

Mevlana “ne olursan ol, yine de gel” derken, büyük ihtimalle “gel ve nasılsan öyle kal” anlamını kastetmemektedir. Tam tersine “gel ve bu dergâhta yan, piş, olgunlaş” demektedir. Dolayısıyla ortak referanslarımız, ortak paydalarımız, ortak yol işaretlerimiz de olmalı, beraberce ayaklarımızı basabileceğimiz ortak dayanak noktaları bulmalıyız beraberce. Bu anlamda farklılıklarımızla birlikte bir millet olma sürecini nasıl gerçekleştireceğimiz arz etmektedir.

Elbetteki çoğulculuk iyi yönetilebildiği takdirde insanların, şehirlerin ve ülkelerin gelişip kalkınması, zenginleşmesi, medenileşmesi için büyük bir fırsattır. Yönetilemediği takdirde ise bir çok sorunun kaynağıdır. Dolayısıyla bizim için bir dinamizm ve zenginlik kaynağı olacak farklılıklarımızı daha da geliştirerek korumaya çalışırken diğer taraftan bizi millet olarak bir arada tutacak ortak değerlerimizi de güçlendirmemiz gerekir.

Yaşadığımız coğrafyanın en önemli şanssızlıklarından biri de çoğu zaman iktidar hırsı, egemenlik alanı oluşturmak kaygısı ve ikbal beklentileriyle girişilen mücadelelerin çoğu durumlarda dini, etnik, mezhebi vb kültürel farklılıklara atfedilmesidir.

Örneğin Ortadoğu`da kavimler arası etnik, dini ve mezhebi referanslı savaşlar yok denecek kadar azdır. Buna rağmen tarihte bilinen bir çok büyük savaşın sanki bu sebeplerden kaynaklandığı gibi bir algı vardır toplumlarda. Ortadoğu`da tarihin kaydettiği en önemli savaşlardan üç tanesi Türklerin kendi arasında yaptıkları savaşlardır mesela. Bunlar Fatih Sultan Mehmet ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan, Yıldırım Beyazıt ile Özbek Timurlenk; Yavuz Sultan Selim ile Safevi Şah İsmail`in arasında geçen savaşlardır. Bu hükümdarların hepsi Türk`tür. Dahası Şah İsmail hariç tamamı Sünni`dir. Açıktır ki bu savaşlar dini, mezhebi ya da etnik sebeplerden değil temelde siyasi sebeplerden kaynaklanan savaşlardır.  

Maalesef bu ülkede doğan çocuklar gereğinden fazla aidiyet, gereğinden fazla olumsuz miras yüküyle doğuyor ve büyüyorlar. Hepimiz, bizden önce oluşmuş hazır bir normlar ve değerler evrenine doğuyoruz. Bu evrende, ideolojiler, sihirli sözcükler, alabildiğine değer yüklenmiş kavramlar var. Tüm bunlar bizi sınırlamakta ve bağımlı kılmaktadır. Hatta bu emanet kimlikler zaman içinde ölümcül kimliklere dönüşmektedir.

Bu coğrafyada doğan çocuklara ve gençlere maalesef kendi değer ve normlarını geliştirme imkânı verilmez. Öncekilerin duyguları, düşünceleri, davranış kalıpları ve inançları hazır bir şekilde zihnimize kodlanır. Türk, Kürt; Alevi, Sünni; sağcı, solcu; laik, dindar vs. Birey olarak çevremizdekilerle sanki bin yaşında insanlarmış gibi ilişkiler geliştiririz. Böyle olunca da hem kendimizle hem de dışımızdaki insanlarla barışık olmak çok kolay olmaz. Zira sadece kendi dönemimizin sorunlarıyla değil bin yıllık bir sorunlar bagajıyla da baş etmemiz gerekmektedir.    

Bu durum tam da İranlı düşünür Ali Şeriati’nin “İnsanın Dört Zindanı” tespitini andırır. Kanunlarıyla bizi sınırlayan doğa, geçmişte yaşananların etkisiyle şimdimizi belirleyen tarih, ilişki düzeni ve kurallarıyla bizi kodlayan toplum ve toplumsal bizi çıkarcı ben’e dönüştürmeye çalışan benlik (nefs) zindanı… İnsan bu zindanlardan kurtulduğu zaman ancak özgürleşebilecektir.   

Dr. Şeriati’ye göre insan benliğine esir olmuş, aslını unutmuş, fıtratıyla çatışmaya başlamış, düşmanlık, kin, garez, çekemezlik duygularıyla boş ve bayağı işlere dalmış ve seviyesiz dünyalık lezzetler kendini o kadar meşgul etmeye başlamıştır ki artık gerçeği unutmuştur.

Oysa doğa bilimlerini öğrenerek doğa zindanından, tarihi yasarı öğrenerek tarih zindanından, toplumsal değişim ve dönüşüme hükmeden yasaları keşfederek toplum zindanından ve aşkın devrimci darbesiyle benlik zindanından kurtulmak mümkündür. Ve bunu başaramayan insan ve toplumların hayata anlam ve değer adına bir şeyler katması mümkün değildir.  

Peki bundan sonrası için ne yapmalıyız? Kürt meselesinin vicdani, adil ve kalıcı çözümü nasıl mümkün olacaktır. Açıktır ki farklılıkları tanıyoruz, şu şu yanlışları yaptığımızı itiraf ediyoruz demekle sorunu çözemeyiz. Bu farklılıkları dikkate almak ve bu farklılıkların sosyal, ekonomik ve kamu hayatında karşılık bulmasını sağlamak gerekmektedir. Bu ülkedeki Türk, Kürt, Alevi, Sünni kim varsa kendilerini rahatlıkla ifade edebilmeli, kendilerini nasıl istiyorlarsa öyle tanımlayabilmeli ve ülkenin kaynaklarından, nimetlerinden, makam ve mevkilerinden vs aynı oranda istifade edebilmelidirler.

Bulunduğumuz coğrafyada aileler arası entegrasyon üst düzeydedir. Sadece Türkiye` de bir milyonun üzerinde Türk-Kürt evliliği olduğu tahmin edilmektedir. Otuz yıldır her türlü kışkırtma ve provokasyona rağmen ayrılıktan bahseden insanların oranı yüzde 3-5’i geçmemektedir. Bu önemli bir avantajdır. Son 30 yıllık süreçte yaşanan olaylarda 40 -50 bin kişi hayatını kaybetmesine rağmen halklar arasında kin ve nefret duyguları boy vermemişse, bunu sağlayan en önemli faktör Kürtler ve Türkler arasındaki dinî birlikteliktir. Bu bağın kıymeti bilinmelidir. İslam, bir din olarak bu topraklar için dinin bilinen tanımlamalarından çok daha öte ve derin bir anlama sahiptir. İslam bu toprakların kanıdır, canıdır, her şeyidir. Bu topraklarda İslam’ı çekip çıkardığınızda geriye tarih, kültür, estetik ve değer adına pek bir şey kalmayacaktır.     

 Daha düne kadar esir pazarları kuran, siyahları ikinci sınıf insan gören ABD ve İngiltere gibi ülkelerin bu konuda aldıkları mesafe dikkate alınmalıdır. Örneğin bir Amerikan filminde iki kötü adam varsa bunların ikisi de siyah olmaz mesela. Biri siyahsa diğeri beyazdır. Ya da siyahilerden kötü bir adam varsa mutlaka iyi adamlardan biri de siyahtır. Yine İngiltere`de çok şahit olduğum bir durum olarak eğer bir tartışma programına üç kişi çağrılmışsa bunlardan biri mutlaka Afro-Avrasyalıdır. Bu toplumsal olgunlaşmadır. Oysa bizim tarihimiz bu duyarlılığın çok daha fazla örnekleriyle doludur, ancak bunu günümüze yansıtmakta maalesef zorlanıyoruz.

Medeniyetimizin fiziki unsurları bir tespih tanesi gibi dağılırken, bizler çözülmekte olan bir imparatorluktan genç bir Cumhuriyet çıkarmayı başardık. Bunu yaparken, en azından başlangıçta, Selçuklunun ve Osmanlı’nın kuruluşunda yaptığımız gibi önemli bir toplumsal dayanışma ve elit uzlaşması örneği sergiledik. Farklı dünya görüşlerine sahip insanları aynı amaç etrafında bir araya getirebildik. Bugün de aynısını yapabiliriz.

Bu ülkede yaşayan insanların en büyük ortak paydasını oluşturan İslam gerçekliği ve çok farklı unsurları bir arada yaşatma başarısı göstermiş tarihi geleneğimiz ile bütün insanlığın beraberce geliştirdiği evrensel değerler bütün bu konularda bizlere önemli potansiyel, örneklik ve ipuçları sunmaktadır. Bu potansiyel değerlendirilmelidir.

Türkiye`nin demokratikleşme sürecinde karşılaştığı en belirleyici sorunlardan birisi olan din, mezhep ve etnik öğelerden bağımsız ve kapsayıcı bir vatandaşlık tanımını geliştirememe sorunu aşılmalıdır.

Bu sürecin nihai hedefi Türkiye coğrafyasının; Anadolu’dan bütün dünyaya uzanan kültürel, ekonomik, siyasi alışverişe açık bir adalet ve özgürlükler coğrafyası haline getirilmesi olmalıdır.   

Anadolu toprakları;  geçmişinde olduğu gibi, bugün de bütün dünyadan insanların gelip gidebildiği, kültürel ve ekonomik faaliyetler yürütebildiği, eğitim alabildiği, zalim yönetimlerden kaçanların Avrupa yerine tarihte olduğu gibi Anadolu’ya gelip sığınabildiği; din, millet, cumhuriyet ve tarih düşmanlığı yapmadığı sürece her kişi ve kesimin farklılıklarını serbestçe yaşayabildiği; hiç kimsenin Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya kalkmadığı, salyangoz yemek isteyene ise hiç kimsenin müdahale etmediği; tüm bu süreç ve uygulamaların anayasal güvenceye alındığı ve milletimizin engin sağduyusuna havale edildiği büyük bir barış adasına, bir selam yurduna dönüştürülmelidir. Sadece Türkiye’nin değil, bütün insanlığın böyle bir çıkışa ihtiyacı olduğuna inanıyoruz. Türkiye bunu başarmalıdır. Bunun başarılması için herkes elinden geleni yapmalıdır. 

Yazıyı C. S. Tarancı’ya ait kısa bir şiirle son verelim. Ne güzel söylemiş şair;

Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun.