İnsanoğlunun Adalet ve Anlam Arayışı

İnsanoğlunun Adalet ve Anlam Arayışı

İnsan yaratılışından ve bu dünyayı mekân tutmasından beri hem çevresini ve hem kendini keşfetmeye, kendini ve dünyayı anlamlandırmaya, amacı ve sorumlulukları hakkında düşünmeye devam etmiştir.

İnsanoğlunun bu arayış Freud gibi bazı düşünürlere göre “haz” arayışı, Adler gibi bazı düşünürlere göre “üstünlük” arayışı olarak adlandırılmıştır. Victor Frankl gibi bazı düşünürlere göre ise insanlığın bu arayışı en temelde “anlam” arayışıdır. Aslında bütün dinler, ideolojiler, büyük anlatılar, peygamberler, filozoflar, büyük idealistlere göre de bu arayış temelde bir anlam arayışıdır. İnsanın nefsi haz ve üstünlük arayışına girişebilir ancak insanın aklı, iradesi, kalbi ve vicdanı en temelde anlam arayışını sürdürürler. Zira haz ve anlam arayışı insanı zor ve kritik anlarda ayakta tutmaya yetmez ama anlam arayışı her ortamda sürdürülebilir.  

Victor Frankl, kendi başından geçenlerden yola çıkarak kaleme aldığı “İnsanın Anlam Arayışı” adlı kitabında bir insanın en olumsuz şartlarda dahi anlam arayışını ve gelecek hedeflerini yaşatmasının hikâyesini anlatır. Bu kitap, Nazi Almanya`sının insanlık dışı toplama kamplarında ölüm ile kalım arasında 4 yıl geçiren, insanlığın dibe vurduğu bu ölüm kampında her şeye rağmen insan olarak kalmaya çalışan ve sonunda insan olarak dışarı çıkmayı başarmış bir doktorun hikâyesini anlatır.

Yazar böylesi bir ortamda nasıl hayatta kalınır, bunca iğrençlik, bunca zulüm ve ölüm karşısında nasıl hayata tutunulur ve hayata nasıl bir anlam yüklenebilir hususu üzerine uzun uzun kafa yorar. Her an öldürülme riskine rağmen, eşini, çocuklarını ve arkadaşlarını bu ortamda kaybetmesine rağmen anlam arayışını ve hayal kurmayı sürdürür. Bunca şartlara rağmen yazar gelecekte, üniversitede toplama kampı psikolojisi hakkında ders verirken hayal etmektedir kendini. Böylece yaşadığı anın ve acıların üstüne çıkabilmeyi başarmış, acı duygusu katlanılabilir bir hal almış, insanın koşullar ne olursa olsun katlanılabileceğinin en güzel örneklerinden birini ortaya koymuş, dahası 4 yıl yaşadıklarından yola çıkarak tüm insanlığın yararına sunulabilecek bir çalışmaya imza atmıştır.

Yazarın bu kafa yormalarından ilk ulaştığı sonuçlardan biri; bu şartlarda “anlam” arayışı dışındaki diğer arayışların yani “haz” ve “üstünlük” arayışlarının insanı ayakta tutmaya yetmeyeceğidir. Yazar şu tespitte bulunur:

“Kampta koşullar çok kötüdür. Bununla birlikte en kötüsü belirsizliktir. Tutuklular ne zaman serbest bırakılacaklarını asla bilmemektedirler.” Tüm bu koşullara rağmen kampta iki tür insanın ortaya çıktığını gözlemler yazar; koşullara karşı meydan okuyan ve kamp yaşamını fırsata dönüştürenler ile geçmişin anılarına gömülüp bitkisel bir hayat yaşayanlar.

Birinci gruba giren insanlar her türlü olumsuz koşula direnmekte, ona meydan okumakta, kendiliğinden bir anlam arayışına girmekte ve yüzlerini geleceğe çevirmektedirler. Belirsiz geleceklerine rağmen kendilerine bir gelecek kurmakta ve yaşamlarına anlam katmaktadırlar. Bu insanlardan bazıları toplama kamplarında o kamptan bu kampa koşmakta ellerindeki son ekmek kırıntılarını başkalarıyla paylaşmakta ve insanları teselli etmeye çalışmaktadırlar.

 İkinci grup insanlar ise belirsiz gelecekte bir hedef göremedikleri için, gözlerini kapayıp geçmişte yaşamayı tercih ediyorlardır. “Bu insanlar için yaşam anlamsızlaşmıştı” der, yazar. Geleceğe inancın yitirilmesi ile birlikte kesin bir son yaşanmaktadır. Bu maddi ya da manevi bir sondur ve bir kriz ile ortaya çıkmaktadır.

Oldukça ünlü bir besteci olan F.’nin hikayesi ile açıklar bu grubun trajedisini. Besteci F. bir gün gelir yazara rüyasını anlatır. Rüyasında bir ses ona kendisine ne sorarsa sorsun yanıtlayacağını söylemiş ve soru sormasını istemiştir. O ise savaşın kendisi için ne zaman biteceğini sormuştur. Sesin verdiği cevap 30 Mart’tır. Bu rüyayı 1945 Şubatında görmüştür. Anlattığı tarih ise Mart’ın başıdır. Yazar F.’nin, rüyayı anlattığı zamanlarda umut dolu olduğunu ama gün yaklaşırken savaşın biteceğine dair herhangi bir işaret belirmemektedir. Bunun üzerine F. 29 Mart günü aniden rahatsızlanır, ateşi yükselir. 30 Mart günü hezeyanlar başlar ve bilincini yitirir. 31 Mart’ta ise ölür.

Yazar buradan yola çıkarak şu sonuca varır: Bir tutuklunun benliğinin sorumlusu, fiziksel nedenlerden çok, kendi özgür kararıdır. Frankl bu anlamda determinizme de karşı çıkar ve insanın çevre ve koşullar tarafından belirlenemeyeceğini, iradesi ve ruhuyla bu şartlara direnebileceğini ve insanın istediği her hangi bir anda değişme özelliğine sahip olduğunu ileri sürer.

Hapishane ve kamplarda bile devam eden anlam arayışı, içgüdüsel yönelişlerin, heyecanların, hamasi yaklaşımların ortaya çıkardığı geçici bir arayış değil, insan yaşamındaki en temel arayıştır.

Yazara göre Logoterapi de (logos, yunanca=anlam) denilen bu arayış günlük yaşamda üç farklı yoldan keşfedilebilir. Bir eser yaratarak ya da bir iş yaparak (başarı), bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek (sevgi), kaçınılmaz acıya yönelik bir tavır geliştirerek (acıya direnme ve ondan anlam çıkarma).

Bu yüzden olsa gerek doktor karısına yazdığı mektupta şöyle demektedir: “Beni kalbine mühürle, zira sevgi ölüm kadar güçlüdür”. Belli ki yazar sevginin, karısıyla etkileşim halinde olmanın kendine kazandırdığı gücü kullanmaktadır. 

Peki, acıya yönelik bir tavır geliştirmekten ya da acıdan anlam çıkarmaktan ne anlamalıyız. Elbette ki anlam bulmak için illada acı çekmemiz gerekmez ancak acıdan kaçınamaz bir durumda kalmışsak, logoterapinin temel ilkesi olan anlama dönmemiz ve acıdan anlam çıkarmamız gerekir.

Peki bu iki grup insan arasındaki fark nereden kaynaklanmaktadır. İnsanları böyle davranmaya iten ana unsur nedir?

Esprilere de konu olmuş bir söz vardır. “İnsanlar, insanları ikiye ayıranlar ve ayırmayanlar olarak ikiye ayrılır” diye… Doğrusu ben de kendimi ilk gruba yani insanları ikiye ayıranların içine katıyor ve insanları “hayattan bir şey almaya çalışanlar ile hayata bir şey katmaya çalışanlar” olarak ikiye ayırıyorum.  Nasıl ki veren el, alan elden üstünse; hayata bir şeyler katmaya çalışanlar da bir şeyler almaya çalışanlardan üstündür diye düşünüyorum.  

İşte bu iki grup insanı birbirinden ayıran temel fark budur. Yani hayata nasıl baktığımızdır. Hayattan bir şeyler almaya mı yoksa ona bir şeyler katmaya mı odaklanıyoruz. Eğer kendimizi hayattan bir şeyler almaya odaklamışsak mahkumiyet ya da toplama kampı gibi kötü şartlarla karşılaştığımızda her şeyin bittiğini düşünürüz. Fakat hayata bir şeyler katmaya/vermeye odaklanmışsak işler kolaylaşmaya başlar. Zira hangi şartlarda olursak olalım hayata katacak bir şeylerimiz mutlaka olacaktır.   

Doğrusu bizler de hayata bakış açımızı buna göre belirlemeli ve yaşamdan ne beklediğimizden çok yaşamın bizden ne beklediğine odaklanmalıyız. Bu bakış, hangi şartlarda bulunursak bulunalım hayatımıza anlam ve derinlik katacaktır. Özgür ya da mahkûm olabiliriz; sağlıklı ya da hasta olabiliriz; zengin ya da fakir olabiliriz; kadın ya da erkek olabiliriz; Türk ya da Kürt olabiliriz; Alevi ya da Sünni olabiliriz. Hangi şart ve durumda olursak olalım esas odaklanmamız gereken şey bulunduğumuz şartlara göre hayata, çevreye, insanımıza, şehrimize, ülkemize, çocuklarımıza ve gençlerimize neler katabileceğimiz olmalıdır.

Hayata böyle baktığımız zaman, buna inandığımız zaman hangi şartlarda olursak olalım, ne kadar kötü bir durumda bulunursak bulunalım, yaşamanın, mücadele etmenin, direnmenin, sabretmenin bir anlamı olacaktır.

Hayata bir şeyler katmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için illa da özgür olmamız gerekmez. Dünyadaki birçok önemli kitap, birçok önemli şiir, birçok önemli beste hapishanelerde yazılmış, birçok el sanatı hapishanelerde öğrenilmiştir. Malcolm X gibi birçok insan hapishanelerde hakla hakikatle tanışmıştır. Birçok özgürlük mücadelesi hapishanelerde yürütülmüş, birçok önemli hareket hapishanelerden yönetilmiştir. Mandela gibi mesela… Mandela G. Afrika’da onlarca yıl sürdürdüğü mücadelesinin yaklaşık 30 yılını hapishanede geçirmiş mücadeleyi buradan yönetmiş ve çıktıktan sonra da C. Başkanı olmuştur. Aliya İzzet Begoviç mesela, Bediüzzaman mesela, Ahmet Yasin mesela, Sokrates mesela, Spartaküs mesela, Zekeriya Şengöz mesela... Sorumluluk bilinci kuşanmış insanlar için bulunulan yerin ve şartların önemi yoktur aslında…

Yollar hapishanelere, medrese-i yusifiyelere düşse bile insan özgür kalabilir, demir parmaklıklar, çelik kapılar, beton duvarlar insanın bedenini hapsedebilir ancak ruhunu hapsedemez; ruhumuz özgürdür; ruhumuz hayal kurar, ruhumuz okyanusları aşar, ruhumuz beynimizin, yüreğimizin, sözümüzün ve kalemimizin gücüyle kıtaları fethe çıkar, mazlumlara umut, zalimlere korku olur.

Maalesef dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim ülkemizde de adalet, hak, hukuk, suç, suçlu ve ceza kavramları çoğu kereler gerçek anlamından koparılmış ve hâkim koltuğunda oturanların düşünce ve ideolojilerine göre şekil almıştır. Bunun sonucu olarak gün olmuş mazlumlar zalim, zalimler mazlum ilan edilmiştir; gün olmuş iki dilim baklava çalan çocuklar yıllarca hapislerde tutulmuş; gün olmuş bazı insanlar farklı düşündükleri ve bunu ifade ettikleri için hapse tıkılmış; gün olmuş bazı insanlar sırf insanlığın tevhit, adalet, özgürlük ve anlam arayışına öncülük etmeye çalıştıkları için türlü türlü iftiralara, baskı ve işkencelere maruz bırakılmış ve yıllarca özgürlükleri ellerinden alınmıştır.

Buna karşılık darbe yapan, milletin özgür iradesine tasallut eden, öncesinde kanlı provokasyon eylemleri düzenleyerek darbe şartlarını hazırlayan, sonrada bunları bahane ederek darbe yapan ve sonrasında insanların yüz binlercesini hapse atan, on binlercesini işkenceden geçiren, binlercesini sakat bırakan, yüzlercesini idam sehpalarında ya da işkence tezgahlarında öldürenler; milletin zenginliklerini sömürüp bankalarını boşaltanlar; yıllarca bu ülkede mafyalık ve çetecilik yapanlar diğer taraftan halkımızın bir kısmının ana dilini, başka bir kısmının mezhebi kimliğini, başka bir kısmının tesettür hakkını yasaklayarak yıllarca bu ülkeyi cadı kazanına çevirenler maalesef kimseye hesap vermeksizin elini kolunu sallayarak ve hala bu millete efendilik taslayarak gezebilmiştir.

İşte bütün bunlara karşı mücadele etmek, en temel insani sorumluluklarımızdan biridir. Zira hepimiz biliyoruz ki; insan düşündüğü kadar insandır, mücadele ettiği kadar insandır, farkındalık geliştirdiği kadar insandır, adalet, özgürlük, onur ve ahlaktan yana durduğu kadar insandır. Fakirler, yoksullar, yetimler, kimsesizler ve mazlumlar hakkında kaygı duyduğu kadar insandır. Daha adaletli, daha özgür ve daha anlamlı bir dünya kurulması için irade ortaya koyduğu kadar insandır.

Dünyanın yaratılışından beri insanoğlunun, temel iki görev ve sorumluluk alanı vardır. Bunlardan biri yeryüzünün imar edilmesi, diğeri ise hayata iyiliğin hâkim kılınmasıdır.

Dünyayı imar etmek, yani bütün canlıların sağlıklı bir çevrede güvenli bir şekilde yaşayabilecekleri, insanların bedensel, ruhsal, zihinsel ve duygusal açıdan tekâmül edebilecekleri yapılar, sistemler ve şehirler kurmak; bilim ve teknoloji üretmek; anlam ve değer üretmek; edebiyat, sanat ve estetik üretmek… Zira Allah insanoğlunu yarattı ve yeryüzünün imarıyla sorumlu kıldı.

Diğer sorumluluk alanı ise insanların ıslahı için çalışmak, adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışını sürdürmektir. Bunlar Kuranda dikkat çekilen temel İslami sorumluluklardır aynı zamanda. Dolayısıyla bu iki sorumluluk alanı hem insani hem de İslami sorumluluklardır.

İnsanlar, ortak bir kaygıya sahip olanlar ve olmayanlar diye ikiye ayrılır (A. Şeriati).  İnsan hakkında, hayat hakkında, yoksullar, yetimler ve mustazaflar hakkında kaygıları olan, onların dertleriyle dertlenen insanlar yeryüzünü imar etmenin ve hayata hayrı hâkim kılmanın peşine düşerken, bunun mücadelesini verirken böyle bir derdi kaygısı olmayan insanlar hayatı bir oyun ve eğlenceden ibaret görüp, duyarsız, umarsız ve kaygısız bir hayat sürüp, ot gibi yaşayıp, güneşin sabah doğup akşam batması gibi gerilerinde iz bırakmaksızın kaybolup giderler.

İnsanoğlunun adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışı ne yeni bir arayıştır, ne de bugünden yarına bitecek bir arayıştır. Bu arayışın kökleri “Ben sizin Rabbiniz değimliyim” sorusuna verilen “Galu Bela” cevabına kadar uzanır. Bu arayış Hz. Âdem’in çocukları Habil ile Kabil arasındaki mücadeleden alır köklerini…

Ve devam eder büyüyerek, gürleşerek ve güçlenerek… Peygamberlerle devam eder, salihlerle devam eder, şehitlerle devam eder, büyük ideal insanlarıyla devam eder, büyük filozoflarla devam eder, büyük dava adamlarıyla devam eder…

Bu dünyanın daha anlamlı ve daha yaşanılabilir bir dünya olması için mücadele eden, emek veren, gayret eden, bedel ödeyen ve bu uğurda işkence, çile ve musibetlere düçar olan, yolları zindanlara, hapishanelere düşen, dahası birçoğu şahadet şerbetini içen bütün bu öncülerimize selam olsun.

Selam olsun Hz. İbrahim’e… ki o bütün putlara karşı savaş ilan etmiş, Nemrud’un karşısına dikilmiş, insanları tevhit dinine davet etmiş ve Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi bütün dindarların ortak atası olmuştu.

Selam olsun Hz. Musa’ya… ki o Firavun’a baş kaldırmış ve mustazafları Firavunun düzeninden kurtarmak için mücadelelerin en güzelini vermişti.

Selam olsun o son peygambere… ki o anlamın buharlaştığı, adalet güneşinin söndüğü, şirkin her yanı kuşattığı bir dönemde tevhit, adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışı başlatmış, dünyanın ve insanlığın tarihte başka bir örneğine şahit olamayacağı bir değişim ve dönüşüm yaşanmasına vesile olmuştu.

Dahası bu uğurda baskı ve sıkıntılara göğüs germiş, bütün vaatleri elinin tersiyle itmiş ve muarızlarına hiç boşuna uğraşmayın değil bu vaatlerde bulunmak  “Güneşi sağ elime ayı da sol elime verseniz ben yine de bu davadan vazgeçmem” demişti.

… ve bizler bir toplum nasıl dönüştürülür, bir devrim nasıl gerçekleştirilir, koca bir dünya nasıl değiştirilir ondan öğrenmiştik.   

Komşusu açken tok yatmamayı, kamu malını korumayı, kendi işimizi yaparken kendi çıramızı, kamunun işini yaparken kamunun çırasını kullanmayı, Dicle kenarında otlayan bir koyunun sorumluluğunu hissetmeyi ondan ve onun arkadaşlarından öğrenmiştik.

Mazluma dininin sorulmaması gerektiğini, kim olursa olsun mazlumun yanında kimden gelirse gelsin zalimin karşısında olmak gerektiğini ondan öğrenmiştik.

Çile, işkence ve zorluklar karşısında nasıl durulur, zulme ve zalimlere karşı nasıl direnilir o büyük muallimden öğrenmiştik. 

Selam olsun o büyük düşünür Sokrates’e… ki o “Ben uyuşuk insanları harekete geçiren bir at sineğiyim diyerek kendini yaşadığı topluma tanıklık etmeye ve farkındalık geliştirmeye adamış, bu uğurda idama mahkûm olmuş ve bu tutumundan vazgeç seni affedelim diyenlere karşı en ufak bir yutkunma belirtisi dahi göstermeden baldıran zehirini başına dikip içmişti.

Selam olsun o büyük direnişçi Spartaküs’e ve yiğit arkadaşlarına… ki onlar özgürlük ve adalet arayışı için vahşi Roma despotizmine karşı savaş açmışlardı.  

Selam olsun büyük devrimci Mahatma Gandhi’ye… ki o “Uğruna ölebileceğim çok sayıda dava var ancak uğruna öldürebileceğim tek bir dava yoktur” diyerek emperyalizme karşı barışçı direniş hareketini başlatmış, bu uğurda yollara düşmüş ve ünlü tuz yürüyüşüne çıkmıştı.

Selam olsun M. L. King ve Molcolm X’e… ki onlar “Bir rüyam var” diyerek Amerikan ırkçılığına ve köleliğe karşı mücadele başlatmış, başlarını koydukları adalet, özgürlük, hak ve hukuk arayışına hain kurşunlara hedef olarak canlarını da koymak zorunda kalmışlardı…

Selam olsun Rosa Park’a… ki o 1956 yılında halk otobüslerinde beyazların öne, siyahların arkaya oturması ayrımcılığına ve adaletsizliğine karşı isyan etmiş ve o tarihte Amerika’da büyük bir halk hareketinin başlamasına sebep olmuştu.

Selam olsun Amerikalı aktivist Rachel Korin’e… ki o Siyonist İsrail işgaline karşı mazlum Filistinlilerin yanında yer almış, onlarla birlikte direnişe geçmiş ve bu uğurda tankın altında can vermişti.  

Selam olsun bilge kral Aliye İzzet Begoviç’e ki o “Din de devrim de acı ve ıstıraplar içinde doğar. İkisi de refah ve konfor içinde yok olur gider” diyerek adeta bugün içten içe yaşanan çürümeye dikkat çekmiş ve davası uğruna yıllarca hapis yatmaktan perva etmemişti.  

Selam olsun Tunuslu Muhammed Buazizi’ye… ki o adaletsizliğe, hukuksuzluğa, diktatörlüğe isyan etmiş, mücadele etmiş, sesini duyurmaya çalışmış bütün bunlarla olmayınca sesini duyurmak için kendini yakmak zorunda kalmıştı. Ve bu eylemiyle bir kıtaya özgürlüğün kapısını aralayacak devrimler sürecinin başlamasına vesile olmuş ve yiğit Arap gençlerinin öncülük ettiği bu devrimlerin sembolü olmuştu.  

…ve selam olsun şahsım da dâhil ilimizde ve ülkemizde birçok insanın yetişmesine katkı sağlayan ağabeylere ve onların arkadaşlarına… onlar ki tarih boyunca devam eden adalet, özgürlük, ahlak ve onur arayışının bu coğrafyadaki öncüleri olmuşlardı. Onlar ki güzel ahlak sahibi, okuyan, yazan, konuşan, tartışan, araştıran, salih bir iman ve amelle donanmış bir neslin yetişmesi için gece demeden gündüz demeden çalışmış, gayret etmiş ve yıllarını vermişlerdi…    

Ve selam olsun bütün diğer adalet ve anlam arayıcılarına…

İnsanlığın yüz akı bu yiğit, fedakâr ve sorumluluk sahibi insanların adalet ve anlam arayışı elbetteki bundan sonra da devam edecektir. Ta ki yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar; ta ki son kız çocuğu toprağa gömülmekten kurtarılıncaya kadar, ta ki son aç doyurulana; son esir özgürlüğüne kavuşana; son mazlumun yüzü gülüne kadar; ta ki alevisi, sünnisi; kürdü, türkü; kadını erkeği; fakiri ve zengini bu topraklarda mutlu şekilde bir ve beraber yaşayıncaya kadar ve ta ki bütün zalimlere, müstekbirlere, karunlara ve hamanlara hesap soruluncaya kadar…  bu arayış bu mücadele sürecektir.

Elbette bu yola baş koyan ve her şartta yolda olma iradesini sürdürenler; iyilik, güzellik ve doğruluk arayışına girenler; hak hukuk ve adaletin izini sürenler; onur ve ahlakın peşinden gidenler; her demde mazlumdan yana zalime karşı duranlar; bu arayışın karşılığı olarak zorluk ve sıkıntılara düçar olacak, baskı ve işkence görecek, iftira ve hakaretlere maruz kalacak, yolları medreseyi yusufiyelere, hapishanelere, zindanlara düşecek ya da türlü vaat ve tekliflerle yollarından alıkonulmaya çalışılacaklardır. Ama buna rağmen bu arayış sürecek bu baskı, yıldırma, iftira ve vaatler bu erdemli ve özgürlük aşığı insanları yollarından alıkoyamayacaktır.

Her hainin karşısına bir Godayva; her Yezit’in karşısına bir Hüseyin; her Firavun’un karşısına bir Musa; her Nemrud’un karşısına bir İbrahim çıkacak ve adalet, özgürlük ve anlam arayışı devam edecektir. Ne mutlu bu arayışa katılanlara…

Zira inanıyoruz ki insanoğlu olarak hepimiz Allah’a doğru giden bir yol üzerinde bulunmaktayız. Ve gelmesi kesin olan bir gün gelecek ve biz kendimizi O’nun karşısında bulacağız. Ve hepimiz hayatımızın hesabını vereceğiz. Yaptıklarımızdan ve yapmamız gerekirken yapmadıklarımızdan; söylediklerimizden ve söylememiz gerekirken söylemediklerimizden dolayı hesaba çekileceğiz.

Malımızı mülkümüzü nereden kazanıp nereye harcadığımızdan; gençliğimizi ve ömrümüzü nasıl değerlendirdiğimizden; kamu malının bir zerresini hesabımıza geçirip geçirmediğimizden; yoksullar, yetimler, kimsesizler ve mazlumlar için ne yapıp yapmadığımızdan; hayır faaliyetlerine sosyal sorumluluk projelerine ne kadar katkı verip vermediğimizden ve varsa mağdur ettiğimiz, haksızlık ettiğimiz insanlardan helallik alıp almadığımızdan dolayı hesaba çekileceğiz.

Ne mutlu bütün bu sorulara karşı bir cevabı olanlara…