Dil, Kültür ve Medeniyet

Dil, Kültür ve Medeniyet                                                         

Kamus namustur (C. Meriç).

Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır (L. Wittgenstein).

Kültür mü dili doğurmuştur,  yoksa dil mi kültürü… Yumurta tavuk meselesini andıran bu soruya cevap vermek zordur. Ancak, illa cevap vermek gerekirse kültürü öne almak daha doğru olur sanırım. Fakat açıktır ki, dil kültürü, kültür de dili sürekli etkiler ve şekillendirir. Bir dil önce bir topluluk (kabile, aşiret, boy) dili olarak ortaya çıkar, bu topluluk bir millete dönüşür ve bir kültür üretebilirse o zaman bir kültürün dilinden bahsedebiliriz. Bunu başaramayan, bir kültüre yaslanmayan bir dil büyük ihtimalle zaman içinde kaybolacaktır.  Benzer ilişki dil ile medeniyet arasında da vardır.

Kültür, bir toplumun/milletin fertleri arasındaki sosyal bağları oluşturan maddi ve manevi değerlerin tümüdür. Kültür, içinde ürediği toplumun fertlerini duygu, düşünce ve davranış olarak şekillendirir ve bu insanları birbirine bağlar. Bu anlamda kültür dışarıya karşı ayırıcı, içeride ise birleştiricidir.

Kültür, özelliği ve yapısı itibariyle millidir. Dil de öyledir. Ancak, milli olan bir kültür, etrafındaki diğer kültürleri etkisi altına alarak bir medeniyete dönüşürse, bu durumda diğer milletlerle daha kolay iletişim kurabilmek için ya kendi dilini onlara kabul ettirir ya da herkesin kabul edeceği yeni bir dil üretir. Batılılar bunun birincisini, Osmanlı ise ikincisini tercih etmiştir. Her iki durumda da ilgili dil büyük oranda milli olmaktan çıkar. Zira artık bugünkü anlamıyla tek bir millete ait olmaktan çıkmıştır.   

Bir milletin kültürünün temel unsuru olan dil; insanların duygu, düşünce, istek ve arzularını anlatabilmek için kullandıkları sesler ve semboller dizgesidir. Dil, insanı diğer canlılardan ayıran ve insana özgü bir yetenektir. İnsan dilini toplumsallaşma süreci içerisinde öğrenirken, diğer canlılar dili kalıtımsal olarak elde ederler ve temel gereksinimleri için kullanırlar.

Dil ile bilim ve düşünce arasında da sıkı bir ilişki vardır. Dil olmadan bilim ve düşünce olmaz. İnsanlar ve toplumlar tarih boyunca ürettikleri kültür, medeniyet, bilim, düşünce ve felsefeyi kullandıkları dil aracılığıyla diğer insanlara ve sonraki kuşaklara aktarırlar. Bu alanlardaki ilerleme ve gelişmeler dili besler, dildeki ilerleme ve gelişmeler de bu sayılan alanları besler. Yani bilim ve düşünce bir taraftan kendi fonksiyonlarını yerine getirmek için araç olarak dili kullanırken, diğer taraftan da dilin zenginleşmesini sağlarlar. Bu anlamda karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.

Büyük medeniyetler mutlaka ya zengin bir dil üzerinden gelişmişler ya da gelişme süreçleri içinde zengin bir dil yaratmışlardır. Bir insanın ya da toplumun dili ne kadar zengin ve üretkense dünyayı tanıması, algılaması, olay ve olgulara bakışı da o oranda zengin ve tutarlı olacaktır. Ludwig Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü bu gerçeği ifade etmektedir.     

Ortaçağda bilim dili Arapça idi ve farklı milletlere mensup Müslüman bilginler eserlerini Arapça yazıyorlardı. Bu yüzden Arapça bilim dili olarak çok gelişmişti. Avrupa’da ise bilim dili Latince’ydi ve Avrupalı bilginler eserlerini Latince olarak yazıyorlardı. Batı medeniyeti açısından aynı işlevi günümüzde İngilizce yerine getirmeye başlamıştır. İngilizce bir kültür dili olmaktan, bir medeniyet dili olmaya doğru evrilmektedir.

Bir dilin, bir medeniyet dili olarak farklı milletler tarafından kullanılması, o dilin gelişmesinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Hem Arapça, hem de Latince gelişmelerini önemli oranda medeniyet dili olmalarına borçludurlar. Medeniyet ile medeniyet dili arasındaki ilişkiden sadece dil faydalanmaz, bu anlamda medeniyetlerde ortak dile çok şey borçludurlar.

Bir medeniyet, milli dillerin yanı sıra ortak bir dil kullanmıyorsa, o medeniyetin yeterince gelişip, inkişaf etmesi mümkün olmayacaktır. Gerek İslam medeniyeti ve gerekse Batı medeniyeti gelişmelerini önemli oranda kullandıkları ortak dile borçludurlar. Her iki medeniyetinde en verimli ve en üretken dönemleri ortak dil kullandıkları dönemlerdir. Yine, her iki medeniyet de ortak dilden vazgeçtikleri tarihten itibaren duraklamaya ya da gerilemeye başlamışlardır.

Benzer bir durum felsefeye karşı tutumda da kendini gösterir. Doğuda felsefeden kaçış, Batıda ise felsefenin sosyoloji gibi bazı alanların gerisine atılması benzer bir sonuca yol açmıştır. Sonuçta Doğu uzun süredir, Batı ise yaklaşık son 50 yıldır bazı istisnalar hariç hemen hiç orijinal düşünür ya da filozof çıkaramamaktadır.

Avrupa’da Rönesans döneminin sonuna kadar Latince ortak dil olarak kullanılmış, bilim adamları ve düşünürler eserlerini Latince olarak kaleme almışlardır. Bu durum, onların birbirlerini izlemelerini, eleştirmelerini, desteklemelerini, öncekilerin mirasından istifade etmelerini kolaylaştırmıştır. Descartes, Hobbes, Galilei ve daha birçok bilgin ve düşünür ayrı milletlerden olmalarına rağmen birbirleriyle tanışmış, tartışmış, birbirlerinden istifade etmiş ve birlikte kurmuşlardır batı düşünce ve medeniyetini.

Doğuda benzer bir işlevi Arapça görmüştür. Türk olan Farabi ve İbn-i Sina, Arap olan İbn-i Rüşd, El- Kindi, Gazali ve Fars olan S. Şirazi, F. Attar, Ö. Hayyam, C. Afgani gibi bilginler eserlerini aynı dille kaleme almışlar ve birbirlerinin birikimlerinden istifade etmişlerdir.

Ancak, elbette ki, ortak dilin kullanılması, milli dillerin muhafazasını ve gelişmesini engellememelidir. Milli dil daha çok kültürün diliyken, ortak dil medeniyetin dilidir. Birincisi, kültürün, ikincisi ise medeniyetin gelişmesinin olmazsa olmaz şartıdır. Osmanlı döneminde edebiyatla ilgili eserler dışındaki çoğu eserler Arapça yazılmıştır. Türkçe yazılan eserlerde ise yoğun bir şekilde Arapça ve Farsça kelimeler kullanılmıştır. Bu durum, Türkçe’nin bir dil olarak gelişimini olumsuz yönde etkilemiş ve geciktirmiştir.

Kültürel temaslar sonucu diller arasında kelime alışverişi kaçınılmazdır. Yüzde yüz saf dil ancak ilkel toplumlarda olabilir. “Pratiği yürüyenler belirler” realitesinin bir gereği olarak, özellikle bilim, düşünce ve teknolojide önde giden milletlerin ya da medeniyetlerin kullandıkları diller diğer dilleri belirli oranlarda etkiler. Bu kaçınılmazdır. Fakat ana dili boğacak ölçüde yabancı kelime girmesine müsaade etmek bir dilin gittikçe yok olmasına yol açacaktır. Bu durumda yapılması gereken, ihtiyaç duyulduğunda toplumsal gerçeği ve dilimizin özelliklerini dikkate alarak yeni kelime ve terimler üretmektir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkçe, Arapça ve Farsça’nın etkisinden kurtarılmaya çalışılmış, ancak yeni kelime ve terim üretmede gerekli gayret gösterilemediği için bu seferde dilimiz yoğun bir şekilde İngilizce ve Fransızca’nın etkisi altına girmiştir. Bazı Arapça ve Farsça kelimelerin ayıklanıp yerine Türkçe kelimeler konulması amacıyla başlatılan bu girişim, İngilizce ve Fransızca kelimelerin dilimize doluşmasıyla sonuçlanmıştır. Bu anlamda dilin sadeleşmesi açısından bir değişiklik olmamıştır.

Tarihte kültürümüzün dili olan Türkçe ile medeniyetimizin dili olan Arapça arasında sağlıklı bir denge kurmayı başaramadığımız gibi bugün de anadilimiz olan Türkçe ile uluslar arası bir dil haline gelen İngilizce arasında olması gereken dengeyi kuramıyoruz.

“Dilin büyüyüp gelişmesi, işlevini tam olarak yapabilmesi için yapılması gereken şudur: Günlük dilde konuşulan kelimelerin Türkçe’si varsa onun yerine kullanılan yabancı dil tasfiye edilmelidir. Eğer yoksa ve o yabancı kelime asırlardır milletin dilinde kullanılıp benimsenmiş, çağrışım yaptıracak duruma gelmiş ise buna dokunulmamalıdır. Dilde bulunan her yabancı kelimeyi atıp bunun yerine, dilde bulunmayan kelime yaparsanız, nesiller arası kopukluk denilen kültür hastalığı ortaya çıkacaktır. Ancak, bilim terimlerinin durumu farklılık arz eder. Bilimsel terimler mutlaka ana dille ifade edilmelidir. Çünkü derin düşünmenin odak kelimeleri bilimsel terimlerdir” (Öner, 1995).

Milli dilin gelişmesinin önündeki engellerden biri de yabancı dille öğretimdir. Ülkemizde yabancı dille eğitim adeta bir moda şeklinde yayılmaya başlamış ve hatta anaokullarına kadar inmiştir. Yabancı dille öğretimin zararlarını tartışırken şimdi çok daha kötüsü olan yabancı dille eğitimle karşı karşıyayız.  Anaokulundaki çocukların bile yabancı dille eğitim yaptığı bir ülkenin milliliğinden ya da bağımsızlığından bahsetmek oldukça zordur. Bu hususta Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı şu tespitte bulunur (Öner, 1995): “Düşünce ve çağrışım faaliyetlerinde bir yabancı dil aracılığına başvurmak, bir milletin millet olarak yükselmekten umudunu kesmesi, yüksek uygarlık düzeyine yürümek amacından vazgeçmesi ve tarihin akışında olsa olsa geri saflarda kalmaya peşinen rıza göstermesi anlamına gelir”. 

Zengin ve gelişmiş bir dil olmazsa yeterince derin düşünme gerçekleştirilemez ve bilim yapılamaz. Derin ve yaratıcı düşünme, ancak ana dille mümkündür. Tabii ki, “yabancı dil öğretimi” ile “yabancı dilde öğretim” birbirine karıştırılmamalıdır. Bunlar tamamen birbirinden farklı şeylerdir. Bir millet için yabancı dil öğrenmek ne kadar olumlu ve gerekli bir şey ise, yabancı dilde öğretim o kadar olumsuz ve zararlı bir şeydir. Yabancı dil öğrenmek için yabancı dilde öğretim şart değildir. Eğer bu güzelim ülke, tarihsel iddia ve hedeflerinden vazgeçmediyse, bir milleti sömürgeleştirmenin en etkin yolu olan yabancı dilde öğretim çılgınlığından vazgeçilmelidir. Zira dil, bir milletin onuru ve geleceğidir.