Sivil Toplum, Sosyal Sorumluluk ve Göç

 

Sivil Toplum, Sosyal Sorumluluk ve Göç

Günümüzde Sivil Toplum, kamu ve özel sektörden sonra “üçüncü sektör” olarak tanımlanmakta ve toplumların en önemli sosyal sermeyesi olarak kabul edilmektedir.

İnsan sosyal bir varlıktır ve topluluk halinde yaşar. İnsanlar tek başlarına gerçekleştiremedikleri ideal, amaç ve hedeflerini beraberce yapmak, beraberce başarmak için bir araya gelirler. İşte sivil toplum ve STK tam da bu düzlemde ortaya çıkar.

Sivil Toplum; devletin denetimi altında olmayan, kararlarını bağımsız alan ve toplumsal etkinliklerde bulunan bireyler topluluğudur. Sivil Toplum, siyasal iktidarı etkileyen, onu parçalayan ve iktidarın tabana yayılmasını sağlayan bir toplumdur. Bu anlamda sivil toplum aktif, katılımcı ve sorumlu vatandaşlığın yaşama geçtiği alandır.

Sivil Toplum örgütlülük düzeyi, bir toplumdaki dayanışma kültürünün, birlik olma bilincinin, kendi kendine organize olma ve zor zamanda kendini savunma yeteneğinin, toplumsal reşitliğin, vasiye ihtiyaç duymadan toplum olarak yaşama becerisinin en önemli göstergesidir. Günümüzde özellikle gelişmiş ülkelerde sivil toplum kuruluşları katılımcı demokrasinin en önemli sacayaklarından biri haline gelmiştir.

Sivil Toplum Kuruluşu oluşturma işi, bir sosyal girişimcilik faaliyetidir. Sosyal girişimcilik, toplumsal sorunların çözümünde bireylerin ve sosyal grupların, etkin bir şekilde işin içine girmelerini ifade eder. Sosyal girişimciler kendilerine "durumdan vazife" çıkaran, toplumu tehdit eden sorunlara yenilikçi çözümler getirmek için çabalayan birey ya da bireyler topluluğudur. Sosyal girişimciler yalnızca eleştirmekle kalmaz, değişimin önünü açabilmek için girişimde bulunurlar. Bu anlamda, her sosyal değişimin arkasında kendini belli ideallere adayan bir kişi ya da grup vardır.

Sosyal girişimciler kendilerini önemli gördükleri toplumsal sorunların çözümüne adarlar ve etraflarındakileri de harekete geçirip mücadeleye dâhil ederler. Bu insanlar dünyayı değiştirebileceklerine inanacak kadar idealist ama hayallerini gerçekleştirebilecek kadar da realisttirler. Sosyal Girişimciler, "Dünyada ne kadar sorun varsa o kadar da çözüm vardır” yaklaşımına sahiptirler.

Sivil toplumun varlığının anlam ifade etmesi ve politik alanı dengeleme misyonunu yerine getirebilmesi örgütlü olmasına bağlıdır. Örgütsüz sivil toplum, devleti dengelemeye değil, onun yoğunluğunu daha da arttırmasına yol açar.

Tarihimizde Hılfül Füdul ve Ahilik gibi yapılanmalar ve güçlü bir vakıf geleneği olmakla birlikte bugünkü anlamda “Sivil Toplum” kavramı 1980’in başında Türkiye’ye taşınmış ve zaman içinde bütün toplumsal kesimler tarafından sempatik bulunmaya başlanmıştır.

İslam dünyasında sivil anlayış çok daha öncesinden mevcut olmakla birlikte bu örgütlülük düzeyi kabile, tarikat, cemaat Formuyla sınırlı kalmıştır. Belki son 100-150 yıl hariç İslam âlemindeki sivil alan her zaman batıdakinden çok daha geniş olmuştur. İslam dünyasının asıl sorunu temelde var olan bu sivil bilincin zaman içinde geliştirilememesidir.

Ancak sivil toplum kavramı batıda toplumu tanımlama da ve analiz etmede kullanılan analitik bir kavram olarak ortaya çıkmışken, bizim coğrafyada belli toplumsal kesimlerin, öngördükleri toplumsal muhayyileyi gerçekleştirmenin bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Ö. Çaha’nın yerinde tespitiyle sivil toplum, batıda analitik biz de ise taktik bir kavramdır. 

Yüzyıllarca insanlar devlet ile toplum çıkarlarının ayniliğine inandıkları için sivil toplum düşüncesi gelişmemiştir. Yüzlerce yıl sivil toplum ile siyasal toplum aynı şeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Ancak zaman içinde Batı da ulus devletlerin ortaya çıkması, birey ve toplumun alanının alabildiğine daraltılarak, kıpırdayamaz hale getirmesi sonucu sivil toplum düşüncesi doğmaya başlamıştır. Özellikle J. Locke ve Hobbes başta olmak üzere liberal ve varoluşçu düşünürler yazdıklarıyla bu düşüncenin gelişimine önemli katkılar yapmışlardır.   

David Henry Thoreau’nun 1800’lü yılların başında yazdığı “Sivil İtaatsizlik” kitabı bir dönüm noktası olmuştur. Başlangıçta pek dikkat çekmeyen ve Amerika’da karşılık bulmayan bu kitabın bir nüshası o dönemde G. Afrika’da avukatlık yapan Gandhi’nin eline geçince durum değişmiş ve bu yaklaşım emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı bir direniş modeli olarak ortaya çıkmıştır. Ancak, sivil toplum düşüncesi, batıda toplumun ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal gelişimine yaptığı katkıyı bizde aynı oranda yapamamıştır.

Türkiye’de Sivil Toplum

İçişleri Bakanlığının verilerine göre, halen Türkiye`de yaklaşık 90.000 dernek ve vakıf faaliyet göstermektedir. Ülke nüfusuna oranlandığında yaklaşık 800 kişiye bir dernek düşmektedir. Birden fazla üyeliği olan bireyleri de içine alacak şekilde, tüm derneklerin toplam üye sayısı ise 7,5 – 8 milyon civarındadır. Buna göre Türkiye’de sivil toplum örgütlülük düzeyi %10’dur. Yani nüfusumuzun onda biri sivil toplum faaliyetlere katılmaktadır.  

Gelişmiş Batı toplumlarıyla karşılaştırıldığında bu oranlar son derece yetersizdir. Örneğin; nüfusu 5,5 milyon olan Danimarka`da derneklerin toplam üye sayısının 18 milyon olduğu, Türkiye`de 10 kişiden biri dernek üyesiyken, bir Danimarka vatandaşının ortalama 3 derneğe üye olduğu bilinmektedir. Bu durumda basit bir karşılaştırma yapılacak olursa, bir AB ülkesi olan Danimarka`da ki toplumsal örgütlülük düzeyinin Türkiye`den onlarca kat fazla olduğu söylenebilir (Saran, 2012).

Sivil Toplum, Göç ve Suç İlişkisi

Sosyolojik açıdan bakıldığında, çoğu durumlarda göçü ortaya çıkaran sebeplerle suçu ortaya çıkaran sebeplerin aynı olduğu görülür. Dolayısıyla suçu ortaya çıkaran sebeplerden önce belki de göçü ortaya çıkaran sebepler üzerine yoğunlaşmak gerekir. Yine göçün suç üzerine etkilerinden önce belki de göçün ekonomi, sağlık, kentleşme, kentlilik bilinci vs üzerine etkisi araştırılmalıdır. Tabiiki bu konuları araştırmak bu kurumun sorumluluğunda değildir. Bu sempozyumu düzenleyen kuruluş dikkate alındığında öncelikle göç ve suç ilişkisinin gündeme gelmesi kaçınılmazdır.  

Çoğu zaman olumsuz yönleriyle ifade edilmekle birlikte göçler aynı zamanda bir dinamizm ve zenginlik kaynağıdır. Nasıl ki, farklılıklarımız iyi yönetilebildiği zaman bir zenginlik, aksi taktide ise bir kaos kaynağı ise göçlerde iyi yönetildiklerinde müthiş bir dinamizm ve zenginlik kaynağıdır. Çünkü göçle gelen insanlar daha dinamik, daha girişimci ve daha çok arayış içinde olan insanlardır. Hatta birçok kültüre birlikte hakimdirler. Hem geldikleri yerin hem de gittikleri yerin kültürlerini bilirler, bu yüzden daha gelişmiş bir kültürel birikime sahip olabilirler.

Göçlerin iyi yönetilmesi ise her şeyden daha çok bir göç yönetim stratejisinin varlığına bağlıdır. Bu yüzden her il, bir göç yönetim stratejisine sahip olmalıdır. Gelen insanlar nerelere uğruyorlar, neler yapıyorlar, nasıl geçiniyorlar, eğitim ve sağlıkla ilgili sorunları nelerdir, altyapı ve şehircilikle ilgili sorunları nelerdir bunların öncelikle ortaya konulması gerekir. İşte bu yapılabildiği zaman göçler sorun değil dinamizm kaynağı olurlar.

Bu anlamda son yüzyılımızın önemli düşünürlerinden Dr. Ali Şerati’nin “Dünyada 27 büyük medeniyet kurulmuştur. Bunların tamamı da göç edenler tarafından kurulmuştur” tespitini hatırlamak faydalı olacaktır. Gerçekten de baktığımızda İslam Medeniyeti Mekke de Medine’ye hicretle başlamıştır. Yine Türk - İslam medeniyeti Orta Asya’dan Anadolu’ya göçle başlamıştır. Dolayısıyla göçlere ve göç olgusuna olumsuz anlamlar yüklemek yerine değişim ve dönüşümün tetikleyicisi ve dinamizm kaynağı olarak görmek daha anlamlı olacaktır.

İllerde sivil toplum kuruluşları, özellikle de hemşehri dernekleri dışarıdan gelen insanların ilk başvuru kapılarından biri olmaktadır. Gelen insanlar bu kurumlarda hem aidiyet ihtiyaçlarını giderirler hem de diğer işlerinde yardım alırlar. İş aradıklarında, borç para bulmak gerektiğinde, hatta devletle, polisle başları derde girdiğinde hep bu kurumlara başvururlar. Bunlar elbette bu aşamada anlamlı ve faydalı şeylerdir. Ancak bu aşamadan sonra o şehrin yerel yönetimleri, diğer kurumları ve sivil toplum kuruluşları devreye girmeli ve bu insanların şehirle bütünleşmesine katkı sağlamalıdırlar. Bu devrede bu gerçekleşmezse, başlangıçta olumlu bir işlev gören hemşehri dernekleri zaman içerisinde göçle gelen bu insanların şehirle bütünleşmesini engelleyen bir işlev yerine getirmeye başlarlar. Bu durum, şehirde yerli ve yeni gelenleriyle birlikte ortak bir kültür oluşmasına engel olmakta, şehirde segmenter bir yapı oluşmasına ve alt kültürler teşekkülüne yol açmaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye, sivilleşmenin ve sivillerin öne çıktığı her alanda dünyada hızla öne çıkmaktadır. Ekonomi alanında yaşanan başarı bunlardan biridir. Aynı başarının diğer alanlarda da yakalanmasının yolu bu alanların da sivilleşmesinden geçmektedir. Bu hususta “En ideal toplum, devlete en az iş bırakılan toplumdur” yaklaşımı esas alınmalıdır. Bunun sağlanabilmesinin yolu ise her alanda sivilleşmenin teşvik edilmesi, örgütlenme özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması, bu konudaki mevzuatın sadeleştirilmesi ve bu yaklaşımın hazırlanacak olan yeni anayasada karşılık bulmasından geçmektedir. 

Kaynaklar

Saran, U., 2012. www.siviltoplumakademisi.org.tr/index.php. E. Tarihi: 7 Mart 2012.

TÜİK, 2010. “TÜİK Bölgesel Göstergeler TRB1 Malatya, Elazığ, Bingöl, Tunceli, 2009”, Ankara.