Medeniyet Tasavvurumuz Üzerine

 

Medeniyet Tasavvurumuz

Bir medeniyet alet ve kült ürettiği müddetçe yaşar (A. İ. Begoviç).

Medeniyet, insanlığın tarihsel yürüyüşüdür (Toynbee).

Hiçbir medeniyet steril bir ortamda doğmaz. Bütün medeniyetler yaşanan bir hayatın var olan bir realitenin içine doğar. Tarih boyunca bütün medeniyetler insanlığın o güne kadar ortaya konulan ortak birikiminden istifade etmiş, güzel, anlamlı ve doğru olan unsurları devralmış, onlardan istifade etmiş, bir kısmını dönüştürmüş, bir kısmını reddetmiş, bir kısım yeni uygulamalara yol açmış, yeni sentezler oluşturmuş ve zaman içinde bir medeniyete dönüşmüştür.  

Müslümanlar, “Beytü-l Hikme” vasıtasıyla Yunan düşüncesi ve Hint felsefesini incelemiş, kendi düşünceleriyle sentez etmiş ve yeni bir medeniyet inşa etmiştir. Yine batılılar, haçlı seferleri ve Endülüs üzerinden Müslümanların birikimlerinden istifade etmişler, bu birikimi kendi düşünceleriyle sentezlemişler ve sonuçta yeni bir medeniyet inşa etmişlerdir. Bu anlamda medeniyet, insanlık birikimini veri olarak alır. Mesela Osmanlı, tarihteki bütün medeniyet tecrübelerinin üzerine kurulmuş ve insanoğlunun tarihsel yürüyüşünün bir bileşkesi olarak ortaya çıkmıştır. Selçuklu ve Osmanlılardaki Ahi ve lonca teşkilatları, eyalet sistemi vs kurum ve uygulamalar bu yolla kazanıma dönüştürülmüştür.

Medeniyet, insanlığın ortak sahih birikimidir. Bu anlamda maruf ve fıtrata uygun olduktan sonra kim tarafından üretilirse üretilsin, ne üretilirse üretilsin, medeniyete katkıdır.  Medeniyeti, çok sayıda ırmak, çay ve dere tarafından beslenen bir nehre benzetebiliriz. Bu nehrin en çok suyu (katkıyı) hangi kaynaktan aldığı yaşanan iklime, ilgili bölgenin verimliliğine ve diğer şartlara bağlı olarak değişebilir. Nehrin taşıdığı suyun niteliği ise kendini besleyen kaynakların niteliğine bağlı olacaktır.

Sultan Fatih, İstanbul’u fethettiğinde ne şehri bütünüyle dönüştürmeyi ve tasfiye etmeyi ne de o şehrin zenginliklerini başka bir yere aktarmayı düşünmüştür. İstanbul’un halkını insan olarak görmüş ve onları, kendisinin de paylaştığı ortak “kadim” geçmişin bir parçası olarak değerlendirmiştir. Fatih, İspanyolların Endülüs ve Amerika’da yaptıklarının hiçbirini İstanbul’da yapmamıştır. Ayasofya’yı yıkmamıştır mesela. Onu kadim geçmişin bir parçası olarak görmüş, sadece minare eklemekle yetinmiştir. Fetih, bu anlamda askeri işgalin ötesinde bir anlama sahiptir. Eğer önümüzdeki dönemde bir medeniyet açılımı söz konusu olacaksa, bu kesinlikle, kadimi kuşatan, tarihi ve coğrafi derinliğe sahip medeniyetler tarafından gerçekleştirilecektir. Böyle bir açılımın “kadim” ve “derinlik” kavramlarını içermeyen Batı tarafından gerçekleştirilmesi çok zordur (Davutoğlu, 2004).

Medeniyet Nedir? (Kavramsal Çözümleme)

19’un­cu yüz­yıl sos­yal bi­li­mi­nin anah­tar ke­li­me­si ‘sı­nıf’, 20’nci yüz­yı­lın­ki ise ‘ulus’ olmuştur. Görünen o ki 21’in­ci yüz­yı­lın anahtar kelimesi ise ‘me­de­ni­yet’ olacaktır. Eğer bu varsayım doğruysa “medeniyet” olgusunu daha çok tartışacağız demektir.

İnsanları kişilikler, toplumları kültürler, medeniyetleri ise ürettikleri değerler birbirinden ayırır. Bu anlamda kişilik insanı, kültür toplumu, medeniyet ise ümmeti temsil eder ve onların kimliğini/şahsiyetini içkindir.

Medeniyet kavramı Arapçada “şehir” anlamına gelen “medine” kelimesinden gelmektedir. Medeniyet kelimesinin İngilizce karşılığı olan “civilisation” kelimesi de Latincede şehirli anlamına gelen “civilis” kelimesinden türetilmiştir. Medeni kelimesi ise şehirli ya da şehre mensup olan manasındadır. Bu anlamda İslam, doğuşu itibariyle şehirli bir dindir. "Medeniyet" ya da "Uygarlık" kavramının, bakış açısına göre çok farklı tanımları vardır. Medeniyet İslam dünyası, uygarlık ise Batı dünyası tarafından üretilmiş ve kullanılmıştır. Uygarlık daha çok maddi boyutu çağrıştırmaktadır.  

Klasik İslam felsefesinde Medine ile medeniyet arasındaki ilişkiyi felsefi bir disiplin içinde ele alan ilk kişi Farabi olmuştur. Bu düşünürümüze göre köy, mahalle, sokak ya da aile yapılanmaları insan için iyilik ve yeterliklerin ortaya çıkacağı bir ortam hazırlayamaz. Bu inkişafın sağlanması için yerleşik düzenin ve şehirlerin ortaya çıkması gerekir.

Farabi, bir şehir kurulur ve bir de vahiy eksenli bir değerler sistemiyle yönetilirse bu şehir el-medinetül fazıla (erdemli şehir) olur. İbn-i Sina da özellikle adalete vurgu yapmakla birlikte benzer görüşler savunur. Adaleti sağlayacak kuralların ise nebiler tarafından konulması gerektiğini ileri sürer.

İbn-i Haldun bu düşünürlerden ayrılır ve medeniyet ile nübüvvet arasında zorunlu bir bağ gören yaklaşımı reddeder. Medeniyeti açıklarken idealler ve değerler içeren metafizik ve ahlak temelli bir disiplin yerine hayatın gerçeklerinden yola çıkarak realiteye odaklı bir yaklaşımı benimser.   

Ünlü medeniyet kuramcısı Toynbee medeniyeti; bir kültürün yazılı bir dile, bilime, felsefeye ve yüksek derecede uzmanlaşmış iş bölümüne, karmaşık bir teknolojiye ve kapsamlı bir siyasal sisteme dönüşmesi olarak tanımlar.

Ziya Gökalp, evrensel olan medeniyetle milli olan kültürü birbirinden ayırır. Gökalp’e göre bunlardan birincisi başkalarından alınabilirken, ikincisini almak tehlikelidir. Cemil Meriç’e göre ise medeniyet bir teknik ya da bilgi değil, insanın insan karşısındaki efendiliğidir.

Son birkaç on yılda Batıda yaşanan krizlere paralel olarak, İslam dünyasında İslam medeniyetinin her şeye rağmen varlığını devam ettirdiği ve gerekli ihya edici şartları sağlaması halinde yeniden yükselişe geçebileceği yolunda yoğun tartışmalar yaşanmıştır. Bu tartışmalara bağlı olarak medeniyetin bir tane olmayıp aynı anda birden fazla medeniyetin var olabileceği, bunlardan birinin baskın olmakla birlikte diğerlerinin de alternatif yaşam tarzları şeklinde insanlığın önünde bir imkân olarak devam edeceği yaklaşımı önem kazanmıştır. 

Buna paralel olarak batı dünyasında ise hâlihazırda dünyada birden fazla medeniyetin mevcut olduğu ve bunlar arasında önümüzdeki zamanlarda çatışmanın kaçınılmaz olacağı şeklinde görüşler ortaya atılmıştır. Huntington’un “Medeniyetler Çatışması”tezi bunlardan biridir. Diğer taraftan II. Dünya savaşından ve birçok bölgede yaşanan kriz, savaş, küresel ısınma, açlık vs sorunlar yüzünden batı medeniyetinin sarsılan prestiji “Tarihin Sonu” teorileriyle yeniden sağlamlaştırılmaya çalışılmıştır.

Batı dünyası; medeniyet terimiyle, teknolojik gelişmeleri, bilimsel bilgiyi, batının dünya görüşünü ve son iki asırda ortaya çıkan kurumlar ve değerleri karşılar. Batıya göre medeniyet lineer bir çizgi izlemektedir.  

Medeniyeti Hazırlayan ve Besleyen Şartlar

“Medeniyet, insanlığın tarihsel yürüyüşüdür.” Medeniyet kaos ve güvensizliğin sona erdiği yerde başlar. Çünkü korku ve endişe ortadan kalktığı vakit merak ve yaratıcılık hisleri serbest kalır ve insan hayatın mana ve süslerini anlama yolunda harekete geçer (Toynbee).

Medeniyet için yerleşik hayat zorunludur. İnsan ancak bir yere yerleştiği vakit medeni olmak için zaman ve sebep bulur. Burada güvenli bir çevre oluşturur, evini yapar, mabedini kurar, mektebini inşa eder, üretim yapacağı eşyaları, alet ve edevatı icat eder, köpeği ve atı evcilleştirir. Bu süreçte kendini de eğitir, düzenli çalışmasını öğrenir ve zamanla daha üst düzey ihtiyaçlar olan ahlaki, zihni ve entelektüel ihtiyaçlara yönelir, incelik ve zarafet üretir.  Bu anlamda Toynbee’nin ifadesiyle “Medeniyet; köylünün kulübesinde başlar, ama çiçeğini ancak şehirde açar.

Medeniyetler üzerinde etkili olan başka bir unsur ise coğrafyadır. İnsan hayatı, yaşanılan bölgenin dağ, sahil, çöl, orman, ılıman ya da sert iklim olma durumuna göre farklı şekiller almaktadır. Ancak bu etki mutlak değildir. Zira benzer coğrafi bölgelerde farklı kültür ve medeniyetler ortaya çıkabilmektedir (İbn-i Haldun). Toprak verimli ise nehirler ve denizler ulaşımı kolaylaştırıyorsa ya da bulunulan coğrafya dünya ticaretinin ana yolları üzerindeyse bu şartlar medeniyete gülümser.

Medeniyetin ırki şartları yoktur. Herhangi bir kıtada herhangi bir renkte görülebilir. Toynbee’ye göre medeniyeti yaratan büyük ırklar değil, büyük insanları yaratan büyük medeniyetlerdir. Coğrafi ve iktisadi şartların uygunluğu bir kültür meydana getirir, bu kültür bir insan tipi yaratır. İngiliz medeniyetini yapan İngiliz değildir, İngilizi İngiliz yapan İngiliz medeniyetidir.

Bazı şartlar da medeniyeti geriletici mahiyete sahiptir. Bunlardan biri jeolojiktir. Buz çağları, deprem vs… Sıcaklık, insanı atalete sevk eder, karnını doyurmak ve neslini devam ettirmekten başka bir şey düşündürmez. Bunun yanında bir hastalık, ziraatın geniş boyutta tahrip edilmesi, zenginliğin belirli ellerde toplanması ya da bir milletin dünya ticaret yollarının dışında kalması, aşırı zevk ve eğlence düşkünlüğü, aşırı vurdumduymazlık ve zihni tembellik ya da başıboş seksüel hayat bir medeniyeti topyekûn ortadan kaldırabilir.

A. Şeriati’ye göre medeniyet bazılarının iddia ettiği gibi fertlerin servetleri, üretim ve tüketim hayatı, apartman ve bunun gibi dış görünüşler değildir. Medenileşme ruhsal bir olay, manevi ve fikri bir yükselme derecesidir. Öyleyse medeniyeti fertlerin düşünce, duyuş ve bilgi düzeylerinden anlamak mümkündür. Buna göre Hint medeniyeti Amerikan medeniyetinden hiç de geri değildir. Medenileşmekte esas olan insanın kullandığı araç gereçlerin değişmesi değil insanın değişmesidir. Bu yüzden modernleşmiş insan farklı, medenileşmiş insan farklıdır. Bir toplumda halk kendi sorumluluklarını bilmiyorsa kim olduğunun nerede ve niçin yaşadığının farkında değilse kendisine anlam veremiyorsa o toplumda bütün kurumlar baştan aşağı değişse ve herkes modern elbise giyse bile o toplum medeni sayılmaz (A. Şeriati, Medeniyet ve Modernizm).

Bir medeniyet hangi şartlara bağlı olarak ortaya çıkar. Ya da bir medeniyetin ortaya çıkmasını kolaylaştıran veya tetikleyen unsurlar nelerdir?

Ünlü medeniyet kuramcısı Toynbee bir medeniyetin ortaya çıkması için; ekonomik temel (geçim, yerleşme), siyasi temel (devlet, kanun, aile), ahlaki temel (bireysel ve sosyal ahlak) ve zihni temel (dil, edebiyat, ilim, sanat) şartlarının yerine getirilmesi gerektiğini ileri sürer.  

Toynbee’ye göre “Medeniyet sert olmayan bir coğrafya ile yaratıcı bir azınlığın eseridir. Çevre ve diğer sosyal aktörler bu azınlığa sürekli sorular sorar. Seçkinler bu sorulara cevap verebildikleri sürece medeniyet yaşar. Ama bu bitimsiz sorulara cevap bulamama durumuna düşüldüğü zaman artık o medeniyetin sonu gelmiş demektir (Toynbee, Medeniyetin Temelleri).

Dr. A. Şeriati bu hususta birçok faktörün yanı sıra özellikle göç etkeninin altını çizer. Şeriati’ye göre bir medeniyetin meydana gelebilmesi için en büyük sebep ve şart; “açık ve hareketli bir görüş ile açık ve hareketli bir topluluktur” “Nasıl ki, nehirler geçtikleri yerlere hayat verip çevrelerini yeşillendiriyorlarsa aynı şekilde göçmenler de geçtikleri yerlere, hareketlilik, yeni düşünceler ve kültürler meydana getirerek yeni bir medeniyetin oluşumuna katkıda bulunurlar. Durgun suların kokuştuğu gibi, durgun yerli toplumlar da kokuşur ve medeniyet ve dinamizme (canlılık, hareketlilik) pek katkıları olmaz. Şeriati’ye göre; oluşan bütün medeniyetlerde göçün (hicretin) etkisi olmuştur. (A. Şeriati, Medeniyet Tarihi).

Rousseau, daha 18. Yüzyılda medeniyetin aslında insanın kendine yabancılaşmasına yol açtığını ileri sürer. Gustave Flaubert ve Arthur Rimbaud gibi edebiyatçılar 19 yy da aslında medeniyetin kendi içinde kendini imha edecek hastalıkları da barındığını ileri sürerler. 20. yy da yaşanan iki büyük savaş batılılarda da hem medeniyet hakkında hem de batı medeniyetinin tek çizgili bir evrim içinde varlık kazanmış, insanlığın ulaşabileceği yegâne ve en gelişmiş hayat şekli olduğu tezi konusunda ciddi şüpheler doğurmuştur.    

İslam Dünyasında Medeniyet Algısı

İbn-i Haldun’a göre medeniyet, siyasi erki bir korunma aracı olarak kullanan şehrin zengin zümresinin yaşam tarzından –kaçınılmaz olarak- doğan bir durumdur. Zengin zümre, maddi gücü sayesinde, yöneticilerin siyasi ve askeri gücünden yararlanır. Elde ettiği bu garantiyle serbestçe ticaret yapar, mülkünü arttırır ve doğal eğilimleri sebebiyle zevk ve sefa hayatı yaşar. Bu arada şehir ahalisi de yapılan alış verişler sayesinde varlığını artırmış, zenginleşmiştir. Böylece şehirde insanların çoğu zevkin tadını çıkarmaya başlar. Zamanla mevcut tatmin yolları onlara yetmemeye başlar ve yeni yollar aramaya girişirler. Bunun ardından ise toplumun yozlaşma ve çürüme süreci başlar. Medeniyet denilen şey, sözü edilen zevk ve sefanın yaygınlaşmasına ve geliştirilmesine yol açan fazla mülk ve zenginliktir. Toplumun büyük çoğunluğu bu çürüme sürecine dâhil olur. Bunun yanında toplumda az bir kısım insan, sağduyuları ve ahlaki refleksleri sayesinde bu yozlaşmaya direnebilir ve ahlaki çürümeden kendilerini kurtarabilirler” (Özel, 1992, Üç Mesele – Teknik- Medeniyet-Yabancılaşma. Çıdam yay. İst).

İbn-i Haldun, medeniyetin iktidarla işbirliği yaparak zenginleşen bir zümrenin bolluk, zenginlik, zarafet ve sanatla iç içe yaşamasına yol açtığını oysa bu durumun “Ta ki mal varlığı içinizden yalnızca zanginler… (59/7)” ayetine aykırı olduğunu ileri sürer. Büyük düşünüre göre medeniyetin diğer bir sakıncası ise insanı sadece dünya hayatına hapsetmesi ve ahireti unutturmasıdır. Dahası nefsin sonuna kadar tatmini çabası; her türlü zevk arayışı ve birçok sapkınlığı da beraberinde getirir.    

Hasan en Nedvi ise şöyle demektedir. “Dört halife dönemi sonrasında, cehalet, ihtiras, İran ruhçuluğu, Yunan düşüncesi veya duyumcu sistemler İslam’ın politik teşkilatına sık sık bulaştırılmıştır. Genellikle İslam medeniyeti olarak bilinen ve bazı Müslüman tarihçilere gurur veren de işte bu karmaşık ilavedir. Genel olarak İslam kültürü denildiği zaman anlaşılan şey, Şam, Bağdat, Kurtuba, Gırnata, Isfahan, Semerkand, Delhi ve Lucknow’un debdebeli günlerinde cari olan sanat, mimari, musiki ve edebiyat ile Müslüman imparatorluklarının yaptırdıkları saraylar ve kalelerdir. Yine Müslüman ortaçağda bu merkezlerde yaşanan bozulmuş hayat, İslam kültürünün başarıları olarak kaydedilir. Ne var ki bu tür uygulamaların çoğu İslam’ın ruhuna aykırıdır. Mesela hükümdarların gösteriş arzularını tatmin için hazineden harcanan paralarla lüzumsuz saraylar ve pahalı anıtlar yaptırması ve o dönemin ileri gelenlerinin lüks ve sefahat içinde yaşamlarına hasredilmiş belirli sanat dallarının teşvik edilmesi de gayri İslami idi (Özel, 1992, Üç Mesele).

İ. Özel de, üç meseleden biri olarak ele aldığı medeniyet olgusu hakkında görüşler ileri sürer. Genel anlamda medeniyet hakkındaki yukarıda bahis konusu edilen olumsuz görüşlere katılan ve kendi görüşlerini özellikle İ. Haldun’un görüşleriyle destekleyen Özel’e göre medeniyet; bir toplumda zarafet ve inceliği getirir. Ancak bu inceliğin içinde bir lüzumsuzluk gizlidir. Bu lüzumsuzluk rahatın keyfe, güzelin fanteziye dönüştüğü noktada ortaya çıkar. İşte bu noktada zarafet insana inceliği verir karşılığında içtenliği alır. Sonuçta insanlar isteyerek kendilerine ait olmayan bir hayatın içine hapsoluyorlar. Yani medeniyetin ürünü olan zarafet, onları kendilerine ait olmayan bir hayata mahkûm eder.

Zarafet aynı zamanda refah, lüks, keyif ve fanteziyi de üretir. Ancak bu refah, toplumun sadece azınlık bir kesimi tarafından yakalanabilir. Sonuçta toplum bir tarafta refah ve zarafet içinde yaşayan bir azınlık ve diğer taraftan “Zariflikten çok daha şedit bir bela” olan zarafet özentisi içinde yaşayan ve bunun için her şeylerini feda etmek zorunda kalan insanlar şeklinde ikiye bölünür. Sonuçta medeniyet sınıflaşmayı (zengin – fakir) doğurur ya da sınıflaşma medeniyeti doğuruyor.

İslam tarihinde İslam’ın en güzel yaşandığı dönemler olan asrısaadet, dört halife devri ve Osmanlının ilk iki yüz yılı medeni zamanlar değildir. Bunun yanı sıra Endülüs, Abbasi ve debdebeli Selçuklu saltanatı medeni zamanlardır. Ancak bu dönemlerin ne kadar İslami olduğu tartışmalıdır.

Özet olarak İ. Özel’e göre İslam bir medeniyet öngörmez, bir medeniyet arayışı içerisinde değildir. İslam’ın bir medeniyet ürettiği ileri sürülemez. İslam sadece nasıl yaşanacağını ortaya koyar, kaldı ki Müslümanlar medeni olmadıkları zaman İslam’ı daha güzel yaşamışlardır.

Özel’e göre İslam’ı bir medeniyet çerçevesi içinde algılamak ve İslami mücadeleyi bir medeniyet mücadelesine indirgemek tepkisel bir düşünüş biçiminden başka bir şey değildir. Bu yaklaşım batılıların Asya ve Afrika’yı sömürgeleştirme sebeplerini, oralara medeniyet götürme bahanesiyle açıklamaları, Müslümanları batılıların elindeki bu silahı almak amacıyla İslam Medeniyeti görüşünü ortaya atmalarına ve hatta bu medeniyetin batı medeniyetinden daha ileri olduğunu savunmalarına sebep olmuştur. Sonuçta İslam’ın batıyla mücadelesi asıl olması gereken teolojik düzlemden kaymış ve bir takım tarihsel, siyasi ve kültürel üstünlük mücadelesi düzlemine oturmuştur.

Bu hususta İ. Özel’e katılmamak mümkün değildir. Hatta aynı paradoksu İslam - Batı, İslam - demokrasi tartışmalarında da görüyoruz. Oysa bir karşılaştırma olacaksa İslam batı ya da İslam demokrasi değil, doğu batı ya da İslam – Hıristiyanlık şeklinde olmalıdır.

İ. Özel Müslümanların tüm düşünce ve tasavvurlarını Kuran ve sünnetten almaları gerektiğini ileri sürer. Hatta 1500 yıldır Müslüman zihnin ürettiği hacimli külliyatı bile görmezden gelir. Batıdan hiçbir şeyin alınmamasını dahası tekniğin bile sadece teknik olmadığını bir kültürü içkin olduğunu bu yüzden direkt batıdan almak yerine toplumsal özelliklerimize ve İslami anlayışımıza uygun olarak yeniden üretilmesi gerektiğini savunur. Bu yönüyle Özel, İslam dünyasında yaygın olan “batıdan tekniği alalım ancak arkasındaki felsefeyi almayalım” görüşünden daha radikal bir görüş ileri sürer. Tabii her iki yaklaşımın da ne kadar mümkün olduğu tartışılabilir.

Medeniyet üzerine düşünceler serdeden düşünce insanlarımızdan biri de Sezai Karakoç`tur.  Karakoç’un düşünce dünyasının en temel ve anahtar kavramı "Medeniyet"tir. S. Karakoç bu perspektifi, "diriliş" adıyla sistematize ederek, bunun içerisinde sanattan siyasete, edebiyattan sosyolojiye, dinden kültüre, ekonomiden felsefeye çok geniş bir alanda düşünceler ortaya koyar.   

Elbette ki hiçbir peygamber medeniyet kurmak iddiasıyla yola çıkmamıştır. Hatta peygamberlerin büyük ölçüde medeniyet yıkıcı bir misyona sahip oldukları bile söylenebilir. Bunun yanı sıra Hz. Peygamberin oluşturduğu toplum, tarihin kaydedebileceği en ideal ve en medeni toplumdur. Bu toplum ideal olarak kalmaya devam edecektir. Ancak bundan sonra böyle bir toplumun oluşmasının pek mümkün gözükmediği de açıktır. En ideal toplum dediğimiz Asrı Saadet bile otuz yıl sürebilmiştir. Dolayısıyla kendimiz ile bugünkü medeniyet arasına ısrarla mesafe koymaya çalışmak makul bir durum değildir.

Akıp giden bu medeniyete kimin yön vereceği, kimin belirleyici olacağı, kimin rengini aksettireceği; kimin ne ürettiğine, ne kadar ürettiğine, ne kadar çalıştığına; insanının kafa, yürek ve bilek gücünü ne oranda dengeli ve etkili kullanabildiğine, doğunun aşkıyla batının aklını ne oranda sentez edebildiğine; insanının yetenek ve potansiyelini ne kadar geliştirebildiğine ve insan ve toplum gerçeğini ne kadar doğru anlayabildiğine bağlı olacaktır.

Bunu, bir dönemler Mısırlılar, bir dönemler Yunanlılar, bir dönemler Romalılar, bir dönemler bin yıl süreyle Müslümanlar yapmıştır. Bugün de bunu batı dünyası yapmaktadır.

Bir medeniyetin başka bir medeniyete son vermesi öyle sanıldığı gibi o medeniyetle çatışarak, kavga ederek, cedelleşerek, polemiğe girerek ya da savaş meydanında mağlup ederek olan bir şey değildir. Bu değişim ancak insana, eşyaya, hayata ve ölüme, bilime ve teknolojiye, özgürlük ve adalete dair var olan medeniyetten daha öte şeyler söylemekle olur. İnsan gerçeğine daha doğru yaklaşmakla olur. Her alanda yeni bir paradigma ortaya koymakla olur. Anlamlı düzeyde alet ve kült üretmekle olur. Yeni bir dünya tasarlamakla ve bu dünyayı belli bir coğrafyada yaşama geçirmekle olur. Bu anlamda bir medeniyetler çatışmasından bahsetmek illüzyon ve anlamsızdır.

Tarihin, toplumun ve insanların sorduğu sorulara ve yaşanan sorunlara verilen doğru cevaplar sizin dünya görüşünüzü ve değerler sisteminizi hâkim ve yaygın hale getirir ve bunun devam etmesiyle dünyadaki belirleyiciliğiniz artar.

Belki Akif’in “tek dişi kalmış” dediği kadar olmasa bile birçok batılı tarafından da ifade edildiği üzere batı medeniyeti, bu haliyle insanların ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Peki bu durumda yapılacak olan nedir. Alternatif nedir? Türkiye ve dünya Müslümanları yeni bir medeniyet inşa edecek, bir medeniyetin kurucu unsuru olabilecek donanım ve enerjiye sahip midir? Dini anlama biçimimiz buna imkân verecek midir? Ya da günümüzün iktidar olmaya aday cemaat ve yapılarının düşünsel özellik ve pratiklerine bakıldığında kurulacak yapılar insanlara daha fazla adalet, özgürlük, şeffaflık ve insan hakkı getirecek midir? Sanırım İslam dünyasının bundan sonraki serencamı bu ve benzeri sorulara verilecek cevaplar çerçevesinde şekillenecektir.