Gideceği Yeri Bilmeyen Kaptanlar Diyarı…

Temel, hayatında ilk kez iki katlı otobüsle İstanbul’dan Trabzon’a bir yolculuk yapacaktır. Temel’in koltuğu ikinci katın en ön sırasındadır. Trabzon’a vardığında, akrabaları onu karşılamak üzere oradadırlar. Fakat bir sorun vardır. Akrabaları, Temel’i panik halde ve gözleri fal taşı gibi açılmış olarak bulurlar. Heyecanla, “Hayır mı, ne oldu?” diye sorduklarında, Temel’in cevabı şu olur: “Ya hiç sormayın! İstanbul’dan buraya şoförsüz geldik”…

İşte nereye konumlanacağına karar verememiş, vizyonunu ve yol haritasını belirleyememiş şehir ve ülkelerin durumu maalesef şoförsüz yapılan bir yolculuğa benzer.

Üzülerek belirtmek gerekir ki bizim şehirlerimiz, ülkelerden çok şehirlerin rekabet ettiği ve kentsel yönetimin alabildiğine stratejik bir konu haline geldiği günümüzde “kentsel yönetim”, “kentsel konumlandırma”, “kentsel markalaşma”, “stratejik planlama”, “bütünsel (holistik) gelişim”, “alternatif maliyet”, “durum analizi”, “katılımcılık” ve “yönetişim” gibi bu alanın olmazsa olmazları konularda yeterli formasyona sahip olmayan, yönetime gelir gelmez şehir ile ilgili bir yol haritası çıkarmadan proje adı altında sağa sola bina, park, altgeçit, üst geçit vs. yapılar serpiştirmeye başlayan ve belki de bilmeden şehrin geleceğini yok eden kişiler tarafından yönetilmektedir.

Evvelki aylarda yine bu platformda yazdığımız bir yazıda, bir coğrafyada yaşayan bir toplumun önceliğinin ne olması gerektiğinden hareketle, “bir ülkede hukukun üstünlüğü sağlanmadan; yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsızlığı garanti altına alınmadan; eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı ve çoğulcu bir siyasal sistem kurulmadan diğer alanlarda girişilecek her türlü inşa faaliyeti, er ya da geç, bir müstebit tarafından çıkarılacak bir kriz, darbe ya da savaş yüzünden yok olup gidecektir” tespitine yer vermiştik…

Bu anlamda eğitim, kültür, ekonomi vb. sistemler gibi yerel yönetimler de politik sistemin bir alt sistemidir ve sağlıklı bir politik sistem kurulmadıkça, sağlıklı işleyen bir yerel yönetimler sistemi kurmak da mümkün olmayacaktır. Bu rezervimizi belirttikten sonra yerel yönetimler konusuna geçebiliriz.

Şehirler, insanlığın tarihsel yürüyüşü içinde, insanoğlu tarafından ortaya çıkarılmış en orijinal ve en karmaşık yapılardır. Bu yönüyle, her bir şehir, o coğrafyada yaşayan insanların medeniyet düzeyi, üretkenliği, başarısı, yönetme becerisi, dayanışma kültürü, estetik anlayışı, çevre bilinci ve farklılıklara karşı tutumlarının açık bir göstergesidir.    

Yine, kentleşme küreselleşmeyle birlikte günümüzün en belirleyici olgularından biridir. 1800’lü yılların başında dünyada sadece %3 olan şehirleşme oranı günümüzde %50’yi; ülkemizde 1950’lerde %25 olan şehirleşme oranı ise şimdilerde %80’i aşmış durumdadır. Buradan bakıldığında kentleşme ve yerel yönetimler gelecekte de merkezi konumunu sürdürecektir. Öyle ki, daha şimdiden dünyada ülkelerden çok şehirler birbirleriyle rekabet eder hale gelmiştir. Bu durum, kentlerin yönetimini daha stratejik bir konu haline getirmiştir.  

Yerel yönetimler alanında, maalesef üzerinde konuşulması gereken çok sayıda olumsuz örnek ve gelişmeyle karşı karşıyayız.   

Ülkemizde siyasi partiler yasasının antidemokratik yapısı, maalesef belediye başkan adayları ve meclis üyelerinin teşkilatlardan ve kamuoyundan bağımsız bir şekilde tepeden belirlenme uygulamalarına zemin teşkil etmeye devam etmekte ve o düzelmedikçe de başka alanlarda düzelme beklemek fazla iyimserlik olacaktır. Tabii, antidemokratik yöntemlerle tepeden aday belirleme sorununa çözüm bulamayan, kısacası toplumsal siyasi iradesine sahip çıkmayı başaramayan toplumların güzel ve gelişmiş şehirlerde yaşamayı ne kadar hak ettikleri ayrı bir tartışma konusudur.   

Maalesef ülkemizde, belediyeler üzerindeki “idari vesayet” yetkisi keyfi bir uygulamaya dönüşmüş, “milli irade” önemli oranda anlamını yitirmiş durumdadır. Bir taraftan suçunun ne olduğu bilinmeden ya da suçluysa herhangi bir yaptırıma gerek görülmeden istifaya zorlanan belediye başkanları, diğer taraftan mahkeme kararına gerek duyulmadan ve belediye meclisleri bypass edilerek atanan kayyumlar…

Diğer taraftan belediyelerimiz maalesef önemli oranda bir rant aracına dönüşmüş durumdadır. Dünyanın gelişmiş ülkelerinde ancak önemli bir icat ya da inovasyonun ticarileştirilmesiyle mümkün olabilecek hızlı zenginleşmenin bizdeki tek yolu, imar planları ve ihale manipülasyonları olmaya devam etmektedir.  

Öte yandan şehirlerimizin yaklaşmakta olan dijital dalga ya da endüstri 4.0 çağına ne kadar hazır oldukları ve bu süreçle nasıl baş edebilecekleri belirsizliğini korumaktadır. Önümüzdeki dönem akıllı şehirler dönemi olacak ve altyapıdan ulaşıma, çevreden enerji altyapısına hemen her şey akıllı uygulamalar tarafından yönetilir hale gelecektir. Gerek ulusal gerekse de yerel düzeyde bu yeni dalgaya hazırlık konusundaki vurdumduymazlık devam etmektedir.

Yapılan projeksiyonlara göre 2030’a kadar işlerin %80’i robotlar tarafından yapılıyor hale gelecektir. Sadece, e-ticaret devi Amazon’un depolarında 100 binin üzerinde robot çalıştığı ifade edilmektedir. Önümüzdeki 15-20 yıl içinde dünyamız insansız ve ışığa ihtiyaç duymadan çalışan karanlık fabrikalarla dolmaya başlayacaktır. Bu gelişmelerin sonucu olarak, ucuz işgücü sebebiyle doğu ülkelerine taşınan fabrikalar yeniden asıl pazarların bulunduğu Avrupa ve Kuzey Amerika gibi coğrafyalara akmaya başlayacaktır. Topraktan ve güneşten, yani lokasyondan bağımsız tarımın yaygınlaşması yakın gelecekte tarım arazisi bolluğunu avantaj olmaktan çıkaracaktır.

İnsansız hizmet veren marketlerin sayısı hızla artmaya devam etmektedir. Dünyada her gün onlarca market ve lokanta otomatik sipariş verebileceğiniz akıllı kiosklarla donatılarak kasiyer ve hizmet personelini işten çıkarmaktadır.Bu sürecin sadece market sektöründe tamamlanması durumunda bile dünyada 800 milyon insanın işsiz kalacağı tahmin edilmektedir. Bu sürecin sonunda N. Hariri’nin, “Faydasız İnsanlar Çağı” olarak tanımladığı bir döneme gireceğiz ve kendimizi kitlesel işsizliklerle karşı karşıya bulacağız.  Bu süreç de genç nüfusumuzu avantaj olmaktan çıkaracaktır.

Dünyada her geçen zaman daha çok sayıda otomotiv firması otonom dağıtım, sevkiyat ve lojistik araçları üzerinde çalışmaya başlamaktadır. Bu konuda ardı ardına patentler alınmaktadır. Görünen o ki, yakın bir gelecekte kamyonların sürücüsüz, gemilerin ise kaptansız ve mürettebatsız çalışmaya başladıklarına şahit olacağız. Önümüzdeki 30 yıl içinde bugünkü mesleklerin %80’i ortadan kalkmış olacak, uzmanlık ve mesleklerin çoğu anlamını yitirecek, yeni sınıflar ve yeni meslekler ortaya çıkacaktır.

Yenilenebilir enerji hızla fosil kaynaklı enerjinin yerini almaktadır. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı’nın raporuna göre yakın gelecekte güneş ve rüzgâr gibi kaynaklardan elde edilen elektrik, fosil yakıtla elde edilenden daha ucuz hale gelecektir. Daha şimdiden başta İskandinav Ülkeleri olmak üzere bütün dünya hızla yenilebilir enerjiye geçmeye başlamıştır. Bu süreç bazı ülkelerde %100 boyutuna ulaşmıştır.  

Britanya’nın rüzgâr tarlalarında ürettiği elektrik, ülkedeki 8 nükleer santralin ürettiği elektrik miktarını aşmıştır. Hollanda’nın bütün trenleri rüzgâr enerjisiyle çalışmaktadır. Petrol zengini Suudi Arabistan, Japon yatırım fonu SoftBank ile dünyanın en büyük güneş enerji santralini kurmaya hazırlanmaktadır. İskoçya dünyanın ilk yüzen rüzgâr enerjisi çiftliğini kurmuş, Bill Gates havadan çektiği karbondioksitten yakıt üretimine başlamıştır. Sonsuz temiz enerji anlamına gelecek olan nükleer füzyon konusunda da ilerlemeler hızla devam etmektedir. Bu alandaki liderliğe en hevesli ülke Kanada’dır. (https://www.mserdark.com).

Şehirlerin geleceğini risk, tehlike ve kaostan korumak ve bu yeni dalganın altında kalmasını engelleyebilmek ancak bu sürece hazırlıklı olmaktan geçecektir. Sanayi devriminin ıskalanması koskoca bir imparatorluğun kaybıyla sonuçlanmıştı, bu çağın ıskalanması ise çok daha fazlasına yol açabilir. Bütün bu sorunların üstesinden gelmek ve yaklaşan çağla yüzleşmek ise sadece konuşmayla, sloganla ya da vaatlerle olabilecek bir şey değildir. Bunun böyle olmayacağı en somut haliyle, “Türkiye 2023 Vizyonu” hedeflerinde ortaya çıkmıştır. Zira geldiğimiz noktada Türkiye, 25.000$ milli gelir, 500.000$ ihracat, 2.000.000.000$ GSMH gibi mevcudun yaklaşık üç katı hedefleri yakalamak bir yana, bunca yılın sonunda hedeflenen rakamlar açısından, hedeflerin konulduğu 2007-2008 yıllarındaki değerlerin bile epey gerisine düşmüş görünmektedir. 

Çürüme yaşanan alanlardan biri de maalesef siyaset yapma biçimimizde ortaya çıkmaktadır. Muaviye ile başlayan ve bu coğrafyadaki en hayırsız geleneklerden biri olan saray geleneği, siyasilerimiz tarafından o kadar içselleştirilmiştir ki, her gelen yönetici kendine adeta saray gibi bir hizmet binası yapmakla işe başlamaktadır. Dünyanın küçücük binalarında ne büyük projelerin yapıldığından habersiz bu siyasiler, marifeti maalesef büyük ve lüks bina yapmakta görmektedirler.

Bir şehir, belediye başkanının ufku kadar gelişir ya da onun ufuksuzluğu kadar geri kalır. Maalesef bizim kentlerimizin büyük çoğunluğu, tek formasyonu müteahhitlik olan kişiler tarafından yönetilmektedir. Dünyanın gelişmiş ülke ve şehirlerinde ancak mizah konusu olabilecek bu durum bizde maalesef kanıksanmış görünmektedir.  

Uzun zamandır siyasetimiz “ahbap çavuş siyaseti”, ekonomimiz ise “ahbap çavuş kapitalizmi”ne dönüşmüş durumdadır maalesef. Siyasi aktörler ile sorunlar arasındaki ilgi ve paralellik kaybolmuş durumdadır. Şehrin ya da ülkenin sorunlarına ve önceliklerine göre aday belirleme, sadece siyasilerin değil, seçmenlerin bile aklına gelmemektedir artık. Varsa yoksa hamaset, kutuplaştırma, algı yönetimi, dış mihrak arayışı ve milli olanlarla hain olanlar… Ülkemiz ve şehirlerimiz uzun zamandır, ülkenin ve şehirlerin sorunlarını çözebilecek nitelik ve donanıma sahip aktörler çıkarma yeteneğini kaybetmiş durumdadır. Ülkenin insan yetiştiren iklimi bozulmuş, insanların kendi emek ve çabalarıyla bir yerlere gelebildiği ortamlar olmaktan çıkmıştır adeta. Maalesef bu ülkenin parlak beyinleri buldukları ilk fırsatta ülkeyi terk etmeye devam ediyorlar. Sözgelimi 2016 ile 2017 arasında başka ülkelere yerleşmek amacıyla ülkemizi terk eden insanlarımızın oranı %42,5 artmıştır.   

Siyasette tribünlere oynamak, algı oluşturmak, manipülasyon yapmak, ötekileştirmek, kutuplaştırmak ve bütün bunlardan ekonomik ve politik rant elde etmek bir siyaset tarzına dönüşmüştür. Neredeyse bütün yerel yöneticiler kamu kaynakları, yani halkın parası üzerinden kendilerini pazarlamayı bir alışkanlık haline getirmiş durumdadır. Henüz hiçbir iş üretmeden, daha geldiğinin ikinci günü bütün şehri başkan afişleriyle donatmak rutin halini almıştır adeta. Bazıları biraz daha insaflı davranıp, fotoğrafını ve adını, yapılan bir işin yanına iliştirirken, bazıları buna bile gerek görmeyip, sanki halk, bu başkanlar kendi reklamını yapsınlar diye vergi ödüyormuş gibi sadece kendi reklamını yapmaktadır.

Belediyelerin onca sosyal tesisi ve kültür merkezleri yerine beş yıldızlı otel ve lüks lokanta tercihleri, sıradan hizmetlere şaşaalı açılışlar, kişisel reklam amaçlı lüks baskılı afiş, dergi ve gazeteler, makam aracı savurganlığı, kişisel amaçlı onlarca personel istihdamı vs vs… Kısacası hak ne, helal ne, haram ne her şey birbirine karışmış durumdadır. Adalet, emanet, meşveret, meşruiyet, liyakat ve ehliyet gibi yönetsel değerlerimiz tuz buz olmuş durumdadır maalesef… 

Geliştirdiğimiz kurnazlıklardan biri de seçimlerde bütün kamu imkânlarını kendi lehimize kullanmak ve kamu görevlisi olan, bu yüzden de tarafsız kalmaları beklenen yüzlerce belediye çalışanını parti propagandası için sahaya sürmektir. Şark kurnazlığına tavan yaptıran bu uygulama, aynı zamanda ilkesizlik çukurunda hangi derinliklere indiğimizin de bir göstergesidir aslında…  

Sonuç olarak, siyaset maalesef yapısal sorunlarımızı çözme yeteneğini kaybetmiş ve dar bir kadronun elinde dönüp dolaşan bir temsil oyununa dönüşmüştür. Daha kötüsü ise ortalarda bu durumu rehabilite edebilecek bir çaba olmadığı için de, her şey dibe vuruncaya kadar bu süreç devam edecek gibi görünmektedir.    

Yazımızı, bizlere savaşın da, isyanın da, siyasetin de, bilge ve entelektüel olmanın da bir ahlakı olduğunu; ilkelerine bağlı kalarak da zalimlere, müstekbirlere, tağutlara ve putlara karşı çıkılabileceğini; ahlakı önemseyerek de isyan edilebileceğini; şark kurnazlığına tevessül etmeden de siyaset yapılabileceğini; halkın içinde durarak ve kendini insanıyla eşit görerek de devlet başkanı olunabileceğini göstermiş olan merhum Aliya’dan iki alıntıyla tamamlayalım…

1994’de Bosna da Demokratik Eylem Partisinin kongresi vardır ve Aliya bir konuşma yapacaktır. Salona girdiğinde salonun iki tarafına asılmış büyük boyuttaki posterlerini görünce konuşmasına şöyle başlar: “Değerli konuklar! Bir şeyler söylemeden önce salonda asılı olan, bana ait posterlerin benim iznim olmaksızın asıldığını belirtmek istiyorum ve verilecek ilk arada da kaldırılmasını rica ediyorum. Lütfen! Bunu kuru bir tevazu gösterisi olarak görmeyin. Böyle bir adet bizim adedimiz olamaz, bu olsa olsa başkalarının adedi olabilir. Umarım benimle aynı fikirdesinizdir.”

Yine, Aliya, Bosna savaşının en şiddetli olduğu günlerden birinde, Cuma namazını kılmak üzere oğlu ve korumalarıyla birlikte, savaşa rağmen tıka basa dolu olan Hüsrev Camiine gider. Geç kalmıştır ve o sırada hutbe okunmaktadır. O’nun geldiğini gören hoca yerleşmesi için hutbeyi keser, insanlar da kalkarak ön sıralarda yer açmak isterler, bunun üzerine Aliya; "Ey cemaat! Burası Allah`ın evidir, burada hiyerarşi olmaz, herkes bulduğu yere oturur, ben burayı buldum burada oturacağım. Allah katında üstün olan, takva sahibi olandır. Biliyorsunuz ki bir savaşın içindeyiz, belki hepimiz öleceğiz; fakat inşallah İslam’ı ve onun üstün ilkelerini çiğnetmeyeceğiz. Unutmayalım ki, bir savaş ölünce değil, asıl, düşmana benzeyince kaybedilir. Hocam lütfen hutbeyi tamamlayın” şeklinde kısa bir konuşma yaparak bulunduğu yere oturur.

Vesselam…