Eğitimde Sorunlar - Sorumluluklar

 

Eğitimde Sorunlar - Sorumluluklar

                                   

 “Çocuklarınızı sizin yaşadığınız çağa göre değil, onların yaşayacağı çağa göre yetiştirin” (Hz. Ali).

Yukarıdaki sözün çok daha anlamlı hale geldiği bir dünyada yaşıyoruz. Zira son birkaç on yıldır dünyada baş döndürücü bir değişim yaşanmaktadır. Hatta insan, toplum, çevre ve teknoloji ilişkilerinde son elli yüz yılda yaşanan değişimin, geçmişte yaşanan değişimlerin toplamından daha fazla olduğu tahmin edilmektedir. Günümüzün eğitimcileri ve eğitim kurumları yetiştirdikleri çocukların, gençliklerini ve yetişkinliklerini 2030’lu, 2040’lı yıllarda yaşayacaklarını dikkate almalıdırlar.

Ülke olarak biz tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmeye çalışırken, dünyada birçok ülke, sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçişini tamamlamış bulunmaktadır.  Türkiye de bir an önce gerekli eksikliklerini gidererek bir taraftan sanayi çağı altyapısını tamamlarken, diğer taraftan da bilgi çağına uyum çalışmalarını hızlandırmalıdır. Hatta ikisi beraberce mümkün olmuyorsa, sanayi çağını tamamlama gayretlerinden vazgeçerek, yani sanayi çağını atlayarak, iyi bir projeksiyonla kendini bilgi çağının gereksinimlerine göre yeniden yapılandırmalıdır.

Günümüzde bilgi ve iletişim teknolojileri sanayi açısından çok güçlü olmayan ülkelere bile günümüzde ciddi fırsatlar sunmaktadır. Hindistan, G. Kore, İskoçya, İrlanda ve Finlandiya gibi ülkeler bunun örnekleridir. Uçak yapıp satacak düzeye gelmek on yıllar gerektirebilir fakat bilgisayar, yazıcı, telefon, faks, tarayıcı, ATM cihazı vs bilgi - iletişim teknolojisi ürünler üretip satmak günümüz şartlarında çok zor olmaktan çıkmıştır. Samsung’un G. Kore’yi, Dell’in K. İrlanda’yı, Nokia’nın Finlandiya’yı getirdiği konum ortadadır. Yine, halkının temel ihtiyaçlarını dahi karşılamakta zorlanan Hindistan’ın, günümüzde neredeyse tüm teknolojilerin temelini oluşturan bilgisayar yazılımcılığında dünya lideri olması manidardır. 

Bu anlamda Türkiye, mekanik teknolojiden çok dijital teknolojiye, klasik sanayi yatırımlarından çok bilgi ve iletişim teknolojilerine, nesne üretiminden çok hizmet ve yazılım üretimine ağırlık veren bir ülkeye dönüşmeli ve eğitim sistemini de buna göre şekillendirmelidir.     

Tüm ulusal ve uluslar arası araştırmalar eğitimimizdeki durumun, hiç de iç açıcı olmadığını göstermektedir. Mesela OECD tarafından yürütülen ve 40 ülkeden 250 bin öğrencinin katıldığı uluslararası öğrenci perFormansı değerlendirme araştırmalarında (PISA), Türkiye her seferinde son sıralarda yer almaktadır. Son yıllarda eğitim alanında çok şeyler yapılmasına rağmen bu çabalar bir türlü somut bir kazanıma ve işleyen bir sisteme dönüştürülememektedir.  

Birçok eğitimcinin de vurguladığı gibi, eğitim sistemimizin bugünkü sorunu, yaptığını doğru şekilde yapamamak değil, doğru olanı yapmamaktır. Şimdiye kadar yapılanlar en iyi şekilde yapılsa dahi sorunlar çözülemeyecektir. Bu anlamda belki de yapılması gereken şey, daha önce yapılanların daha iyi nasıl yapabileceğimizi düşünmek değil, eğitim sistemimizde ne yapılması gerektiğine yeni baştan karar vermektir.

Eğitim kurumlarımızdan mezun olan çocuklar ve gençler merak duygusu, okuma alışkanlığı, ilim sevgisi, sözlü ve yazılı anlatım yeteneği, kişilik gelişimi ve üretkenlik gibi nitelikler açısından bir türlü istenilen seviyeye getirilememektedir.

Yapılan araştırmalarda üniversite öğrencilerimizin kendi dillerini birkaç yüz kelimeyle konuştuğu görülmektedir. Böyle bir zihnin dünyayı tanıması, algılaması ve anlamlandırması mümkün değildir. Bu anlamda, L. Wittgenstein’in “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” sözü oldukça manidardır. Dilinizin sınırları ne kadar genişse, ne kadar çok kelime, kavram, deyim ve olgu biliyorsanız, kaç dilde konuşup yazabiliyorsanız, sözlü ve yazılı anlatım yeteneğiniz o oranda gelişecek ve dünyanızın sınırları da o oranda genişleyecektir.

Oysa geçmişimize şöyle bir baktığımızda, kendi medeniyet havzamızda ve kültür dünyamızda bilginin daima önemsendiğini görürüz. Dünyada yaklaşık bin yıl boyunca insan adına, eşya adına, bilim, sanat, kültür ve medeniyet adına, anlam ve değer adına ne söylenmişse bizler tarafından söylendiği bir gelenekten geliyoruz.

Bu gelenekte, ilim elde etmek için günlerce deve sırtında yolculuk yapan, yıkılan kitaplarının altında can veren, kitap okurken uyumamak için saçını duvara bağlayan, Şam da doğan, Buhara da yaşayan, Bağdat da eğitim gören, İstanbul’da kitap yazan Mekke de vefat eden âlimlerimiz, bilginlerimiz, gönül adamlarımız var. Kuşattığı şehre karşılık fidye olarak el yazması kitapları isteyen yönetici ve komutanlar var. Âlimin atının ayağından kaftanına sıçrayan çamuru onur kabul eden devlet adamları var. Komşusu siftah etmeksizin kendisi siftah etmeyen esnaflar var

Elbette ki karamsar tablolar çizmemek lazım, hatta ümitvar olmak için azımsanmayacak kadar nedenimiz var. Fakat bunun yanı sıra, bunca imkâna rağmen hala ne Farabi ve İbni Sina’yı aşan bir düşünürümüz, ne Mevlana, H. Bektaş-ı Veli ve Y. Emre’yi aşan bir gönül adamımız, ne de Dede Efendi ve Itri’yi aşan bir müzik adamımız var. Biruni ve Harezmi’yi aşan bir matematikçimiz, Mimar Sinan’ı aşan bir mimarımız, Evliya Çelebi’yi aşan bir seyyahımız, Nasrettin Hocayı aşan bir nüktedanımız, Satı Bey, Emrullah Efendi, M. Akif ve Ziya Gökalp’ı aşan bir eğitimcimiz olmadığı gibi? Bu hususta çok temel bir sorunla karşı karşıya olduğumuz açıktır.

Toplum olarak, yaşam biçimi açısından göçebelikten, iletişim biçimi açısından sözellikten, toplumsal yapı açısından ise kolektivizmden gelen bir yapıya sahibiz. Sözü, konuşmayı, tartışmayı, sohbeti ve şiiri; yazıya, düşünmeye, okumaya ve yazmaya tercih ediyoruz. Deli olma korkusuyla okuma ve düşünme melekemizi, başımıza iş açma korkusuyla ise merak duygumuzu körelten bir toplumsal kültüre sahibiz.

Bu kültür, bir deliye kırk gün akıllı diyerek akıllı olmasını değil, bir akıllıya kırk gün deli diyerek deli olmasını sağlamanın yolunu gösteriyor. Üniversitede çok çalışanlarımıza ‘inek’ diyor, entelektüel bir çaba ve merak içinde olanlarımıza ‘entel’ ön adlı sıfatlar yakıştırarak alay konusu ediyoruz. Açıktır ki, böyle bir ortamda, bu gibi bir toplumsal Formasyonda öğrenme isteği, merak duygusu, okuma alışkanlığı, ilim sevgisi ve analitik düşünme gibi melekelerin gelişmesi oldukça zor olacaktır.

Oysa rahmetli bilge kral A. İ. Begoviç’in dediği gibi “Bir medeniyet ancak alet ve kült ürettiği sürece yaşar”. Açıktır ki, “alet” ten kasıt teknoloji, “kült”ten kasıt ise bilim, sanat, felsefe, ahlak ve estetik değerlerdir.

Yukarıdaki paradoksu aşmanın yolu; ülkemizde özgür ve analitik düşünceye, bireye, sivil toplum düşüncesine, farklılıklarımızla beraber birlikte yaşama anlayışına daha çok önem vermek ve buna altyapı hazırlamaktan geçer.

Ülkelerin ve milletlerin geleceği her şeyden daha çok yetiştirdikleri yetenekli ve sorumluluk sahibi gençlerin varlığına bağlıdır. Bu anlamda, bedensel, duygusal, zihinsel ve entelektüel açıdan gelişmiş, bunun yanı sıra İslam kültürünün manevi değerleri, Anadolu kültürünün yerel değerleri ve insanlık kültürünün evrensel değerleriyle donanmış bir nesil yetiştirmek eğitim sistemimizin, eğitim kurumlarımızın, eğitimci ve entelektüellerimizin en önemli görev ve sorumluluğu olmalıdır.

Öğrencilere; ne düşüneceklerinden çok, nasıl düşüneceklerini öğreten; bilgi ezberletmekten çok, bilgiye giden yolları gösteren; cevap vermekten çok, soru sorma yetisi kazandıran ve onları çok yönlü ve çok boyutlu olarak geliştiren bir eğitim ancak bilgi toplumunun gereksinimlerine cevap verebilir.

Yazımızı bu toprakların yetiştirdiği en önemli romancı ve entelektüellerimizden biri olan Kemal Tahir hakkındaki bir anektodla tamamlayalım.

Rivayet edilir ki, büyük romancımız Kemal Tahir, bir gece sabaha karşı 04.00 sularında eşi Semiha Hanımı uyandırmış, Semiha Hanım da telaş ve korkuyla “Ne oldu Kemal?” diye ayaklanınca, ‘Hanım’ demiş, ‘Ne olacak bu memleketin hali?’

Semiha Hanım ‘Hay Allah, bu soru bu saatte mi sorulur? Bunun için mi uyandırdın beni? deyince, karşılığında şu cevabı alır. ‘Hanım! Memleketin halini düşünmenin günü ve saati mi olur’.  Sanırım gerçek entelektüel sorumluluk böyle bir şey olsa gerektir. Bu rivayet bize bir entelektüelin, Hilmi Yavuz’un ifadesiyle “biraz uçuk’ ve Hegel’in ifadesiyle ise ‘rahatsız bilinç’ olduğunu da gösterir. Sanırım hepimizin kendi kendimize, Kemal Tahir’in Semiha Hanıma sorduğu soruyu sormasının vaktidir.