Eğitim ve Özgürlük İlişkisi

 

Eğitim ve Özgürlük İlişkisi                                         

Bir devlet, iyi niyetle bile olsa kendi insanlarını, kullanabileceği birer uysal alet haline dönüştürmek cüceleştiriyorsa, bilmelidir ki küçük adamlarla hiçbir büyük iş başarılamaz  (J. Stuart Mill).

Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine...   (N. Hikmet).

Kilise okulları bana aptallıktan ve Latinceden başka bir şey öğretmedi  (Voltaire).

Dünyada süregelen uygulamalara bakıldığında açıkça görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi ile özgürlük arasında doğrusal bir ilişki vardır. Bir ülke özgürlük ve insan hakları bakımından ne kadar ileri seviyede ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide ileri olan ülkelerin insan hakları ve özgürlükler konusunda da ileri olmaları tesadüf değildir. Bu anlamda özgürlük anlayışı, insan hakları ve demokrasisini dünya standartlarına yükseltemeyen bir ülkenin eğitimini hatta ekonomi, siyaset ve kültürünü bu standartlara taşıması mümkün değildir.

Özgürlük ve bilgi bir ülke ya da toplumun gelişip serpilmesinde anahtar kavramlardır. Tarih boyunca bu iki unsura gereken önemi veren toplumlar hep öne geçmişlerdir. Aynı şey günümüz için de geçerlidir. Özgürlük, en soyut anlamıyla isteklerin gerçekleşmesini önleyen dış engellerin yokluğu demektir (Russell, 1998). Özgür olan şey ya da kişi bir dış zorlamayla karşı karşıya değildir.

Özgürlük kavramının felsefi, dinsel, toplumsal ve siyasal boyutları ile bu boyutlar çerçevesinde şekillenmiş karşıtlıkları vardır. Felsefi açıdan, özgürlüğün karşıtı determinizmdir. Özgürlük ile determinizm (gerekircilik) birbirinin zıddı kavramlardır. Determinizme göre, her şey doğa yasalarına ve içinde bulunduğu zorunlu koşulların belirlenimciliğine tabidir. Bu belirlenimcilik maddenin derinliklerinden çıkarak yaşama ve oradan da insan zihnine hükmeder, onu egemenliği altına alır. Böylece evrende olup biten her şey insan iradesi dışında belirlenmiş olur. İnsan isteyerek ya da istemeyerek buna uymak zorundadır. Bu durumda insanın özgürlüğünden söz etmek mümkün değildir.

Bazı İslam mezhep ve ekollerinde, özgürlük ile determinizm arasındaki ilişki, külli irade ve cüzi irade; yani ilahi irade ile insan iradesi arasındaki ilişki biçiminde işlenmiştir. Cebriye gibi bazı akımlar, insan özgürlüğünü tümüyle yok saymış ve her şeyi külli (evrensel) iradenin mutlak egemenliğinde görerek, insanın sorumluluğunu görmezden gelmişlerdir. Diğer taraftan, Mutezile ve Kaderiye gibi bazı akımlar ise kaderi tamamen dışlayarak, insanı kendi kaderinin yaratıcısı olarak kabul etmişlerdir. Bu akımlar, bu görüşleriyle Varoluşçuların bireysel sorumluluk görüşüyle aynı çizgiyi paylaşmaktadırlar. Bunlara karşın, bu hususta orta bir yol izleyen ve Ehli sünnet olarak adlandırılan Maturidiyye ve Eşariyye gibi akımlar, ilahi iradenin evrenselliğini kabul etmekle birlikte, insanın kendi eylemlerinde ve tercihlerinde özgür ve sorumlu olduğunu ileri sürmüşlerdir (Bilhan, 1991).

Doğunun yetiştirdiği evrensel dehalardan biri olan İbn-i Haldun (Ö.1406), toplumlar arasındaki tarih farkını ortam, iklim ve toprak gibi faktörlere bağladığı halde, yani insan dışı bir belirlenimcilik kuşkusuyla olaylara bakmasına rağmen, insana tarih içinde önemli bir rol biçer, özgür kabul eder ve onu, tarih karşısında belirlenen (nesne) değil, belirleyen (özne) konumuna oturtur.

Ünlü düşünür M. İkbal de (Ö.1938) insanı, belirlenimciliğin etkisiyle tarih oluşturan bir varlık olarak kabul etmez. Ona göre, “Tarih, önceden belirlenmiş olayların sıralı bir fotoğrafı olarak kabul edilirse, yeniye ulaşmak için harcanan çabalar bütün anlamını yitirir”. Hz. Âdem’in Tanrı’ya karşı itaatsizliği, yani yasak meyveyi yemesi, insanın özgür davranışının ilk örneğidir ve davranış bu niteliği nedeniyle affedilmiştir. Özgür olmasa zaten affa gerek yoktur. Büyük düşünürün bu müthiş tespitinden şu sonucu çıkarabiliriz. İnsanın, sadece özgür olarak yaptığı olumlu ya da olumsuz eylemleri anlamlıdır. Mesuliyet, özgürlükle başlar.

Zaten İslam inancı da temel de, Allah’ın varlığını, birliğini ve O’nun tüm kâinat üzerinde mutlak egemenliğe sahip olduğu ilkesini esas almakla birlikte, insanın eylemlerinde özgür ve sorumlu olduğu ilkesine dayanır. “Bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez” (Rad, 11) ayeti, tarihin akışının ve tarihi yasaların insanların iradesine bağlı olduğuna işaret etmektedir. Yani tarihi yasalar insanların başı üzerinde değil, ayakları altında cereyan etmektedir; önlerinden değil, arkalarından gitmektedir. İnsan nesne değil, öznedir; belirlenen değil, belirleyendir. Lacordaire’nin, “İnsan niçin özgürdür diye sormayın, insan özgürdür, çünkü sevginin nesnesini kendisi seçiyor” ifadesi buna işaret ediyor olsa gerektir.

Eğitimle ilgili olarak insan hürriyetlerinden ve otorite kullanımından söz edildiğinde ilk akla gelen unsur devlettir. Gerek hürriyetlerin sınırlandırılmasında ve sağlanmasında gerekse de kısıtlar koyma konusunda otorite olarak devlet başat role sahiptir. Aslında devletin eğitimle ilgilenmesi pek yenidir. Eski çağdan beri yüzlerce yıl devlet eğitimin dışında kalmıştır. Özellikle Batıda, eğitim çoğu zaman dini kurumların işi olmuştur.

Rönesans ve ReForm hareketlerinden sonra kilisenin eğitim kurumlarındaki etkinliğini kırmak ve eğitimin içeriğini belirlemek amacıyla devlet eğitim alanına müdahil olmuştur. Artık, devlet eğitimde herkesten daha fazla söz sahibidir. Bu durum devlete, toplumu bir merkezden yönlendirme ve ona istediği biçimi verme konularında önemli imkânlar sağlamıştır. Ancak bu alanlarla ilgili talepte bulunma konusunda devlet yalnız değildir.

Bu anlamda özellikle eğitim çağındaki çocuklarla ilgili olmak üzere; devletin, anne babanın, dini kurumların, öğretmenlerin yetki ve otorite kullanma şartları tartışıla gelmiştir. Örneğin, eğitimde anne-baba ya da devletin belirleyiciliği hangi boyutta olmalıdır? Bir çocuğun alacağı eğitimin şekline ve içeriğine kim karar vermelidir? Eğer bu hak anne ve babaya aitse, bir anne baba çocuğunu okula göndermemek isterse ne olacaktır?

Modern dönemle birlikte devletin eğitim üzerindeki belirleyiciliği artmıştır. Devletin eğitimde etkin olduğu durumlarda bazı bariz eğilimler göze çarpar. Egemen güçleri öze yönelik olarak eleştirememek, kişisel gelişmeden çok toplumsal dayanışmaya vurgu yapmak, eğitimde tek düzelik vs bunlardan bazılarıdır.

Bazı düşünürlere göre; bu ve benzeri zararları o kadar çoktur ki, yaygın eğitimin şimdiye kadar yararlarının mı yoksa sakıncalarının mı daha ağır bastığı ciddi bir sorudur. Aynı düşünürler, değil devlet baskısını, kurumsallaşmanın bizzat kendisinin özgür eğitimi engelleyen, insanları sığlaştıran, üretkenliği öldüren bir etkiye sahip olduğunu ileri sürerler.

Aslında bu düşüncelere hak vermemek mümkün değildir. Özgür düşünceler, özgür ortamlarda boy verir. Gerçektende hem İslam dünyasında hem de Batıda eğitim kurumsallaştıkça üretkenlik düşmüştür. Sokrates, Aristo, Eflatun, Çiçero, Farabi, İnn-i Sina, Mevlana, Yunus Emre ve daha niceleri eğitimin henüz tam olarak kurumsallaşmadığı dönemlerde ortaya çıkmışlardır. Kurumsal eğitimin, özellikle birey-toplum ve özgürlük-disiplin dengesinin iyi ayarlanamadığı durumlarda insanları tesviye edici, sığlaştırıcı, farklılıkları ve üretkenliği köreltici bir tarafı olduğu açıktır.

Devlet dışındaki kişi ve kurumların eğitim üzerindeki etkileri de önemli tartışmalara sebep olmuştur. Örneğin Avrupa’da, kiliselerin eğitim üzerindeki etkileri ciddi bir şekilde sorgulanmıştır. En önemli eleştiri ise, kilise okullarının öğrencileri zihinsel olarak uyarmadan bilgi aktarma tekniğini uyguluyor olduğu şeklindedir.

Gerçekten de, hangi okul modelinde olursa olsun, devlet okulları, dini okullar, modern ya da seküler okullar… Eğer öğrenciler zihinsel ve düşünsel açıdan yeterince uyarılmadan, ahlaki ve estetik yönden geliştirilmeden, onlara sadece kalıplaşmış bazı bilgiler aktarılmaya kalkışıldığında, verilen bu eğitim, geliştirici değil körleştirici bir eğitim olacaktır. Voltaire, “Kilise okulları bana aptallıktan ve Latinceden başka bir şey öğretmedi” derken buna işaret etmiştir.

Eğitim – Özgürlük ilişkisinde öğretmenin tutumunun da önemli bir yeri vardır. Örneğin, bir öğretmen öğrencinin özgür bir kişi olarak yetişmesini engelleyebilir ve kendi doğrularını öğrenciye dayatmaya kalkabilir. Birçok ülkede öğretmenin kendine özgü bakış açısını öğrenciye yansıtması istenmez. “Öğretmenlik” yerine “eğitmenlik” yapmaya kalktığında işten el çektirilir. Ayrıca, öğretmen aşırı disiplin ve otorite yanlısı bir tavırla öğrencinin bireysel gelişimini özgürce devam ettirmesine engel olabilir. Öğrenciyi cezalandırmanın dersi cazip hale getirmekten daha kolay olduğu her durum ve ortamda böyle bir risk vardır.

Günümüzde birçok eğitim kurumunda idareci ve öğretmenler, çocuklardan çok, okulun geleceğini düşünürler. Çoğu durumda yapılan sınavlarda ya da okullar arsı yarışmalarda derece yapmak, okuldaki tüm çocukların geleceğini düşünmekten çok daha önemlidir. Böyle bir yaklaşım, üstün yetenekli öğrencilere özen gösterilmesine ve diğer öğrencilerin ihmal edilmesine yol açar. Böyle bir ortamda sıradan öğrencilerin hiç şansı olmaz. Hatta paralı bir eğitim kurumundan söz ediyorsak, burada çocuklar eğitim süreci boyunca başarı beklentisiyle oyalanırken, bunlardan alınan parayla üstün yetenekli çocukların eğitim masrafları karşılanır. Örneğin, bir okulun spor salonunu sadece spor yarışmasına katılacak çocuklar kullanırken, diğerleri onları izlemekle yetinir. Oysa her çocuk için, kendisinin oynaması, başka iyi oynayanları seyretmesinden her zaman çok daha iyidir.  

Konunun anne ve baba ile ilgili boyutu da vardır. Birleşmiş Milletler Bildirgesi, henüz reşit olmayan çocuğa verilecek eğitimin içeriğini belirleme hakkını anne babaya verir (Madde 26, Fıkra 3). Çoğu eğitimciler de bu görüştedirler. Rousseau gibi bazı düşünürler buna da karşı çıkarlar; onlara göre çocuğa hiç eğitim verilmemeli sadece öğretim yaptırılmalıdır. Çocuk reşit olduğunda istediği inanç, düşünce ya da hayat tarzını seçmelidir.

Eğitimde bir rekabet ve yarış ortamının var olduğu günümüzde, başta anne ve babalar olmak üzere ailelerin en büyük kusuru, çocuklarından ailelerine saygınlık kazandırmalarını beklemeleridir. Adeta kendi yapamadığımız, içimizde ukde olarak kalan şeylerin çocuklarımız tarafından yerine getirilmesini isteriz. Çoğu zaman çocuklarımızdan istediğimiz şey ne erdem, ne mutluluk ne de dürüst ve saygın bir kişiliktir. Tek istediğimiz şey, yüksek puan alması ve sınavlarda başarılı olmasıdır.

Günümüzün katı rekabet şartları ve ülkemizde eğitimin neredeyse tek sosyal mobilizasyon aracı olduğu düşünülünce bu durum kısmen anlaşılabilir. Fakat bu yaklaşım o kadar yaygın ve dengeli olmaktan o kadar uzaktır ki yetişen nesil, topyekûn problemli ve kişilik zaaflarıyla yetişme riski altındadır. Açıktır ki, sağlıklı bir kişilik ve hayat başarısı önemli oranda iyi yaşanmış bir çocukluk ve gençlik dönemine bağlıdır. Hayatta başarılı ve etkin her insanın geçmişinde, doyasıya yaşanmış bir çocukluk vardır dersek abartmış olmayız.

Çocukluğunda alabildiğine ve kendinden geçercesine oyuna yoğunlaşmayan bir çocuk, yetişkinliğinde de ciddi bir proje üzerine yoğunlaşamayacaktır. İnsan hayatında yaşanmamış her dönemin kendini bir sonraki döneme erteleyerek çarpık kişiliklere yol açma riski ise işin cabası… Buna işaretle E. Fromm, “Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde yaşanmamış yaşamlar vardır” demektedir. “Oğlunuzun şahane bir adam olmasını istiyorsanız, öncelikle ona şahane bir çocukluk yaşatın” diyen zatın meramı da aynı şey olsa gerektir.

Açıktır ki, disiplin ve otorite birer amaç değil, araçtır ve özgürlüğün gerçekleştirilmesi amacına yönelik kullanıldığı takdirde anlamlıdır. Esas olan zorunlu olmadıkça otorite kullanmaktan kaçınmaktır.

Otorite ve disiplin boşluğu özgürlük ortamını zedelerken, katı bir disiplin ve otorite anlayışı ise, bireylerin özgürce yaşamalarını, yeteneklerini keşfetmelerini ve özerk bir kişilik oluşturmalarını engeller. Her şeyde olduğu gibi burada da önemli olan dozdur. Ne ifrat ne de tefrit. Esas olan sağduyulu, bilimsel ve dengeli bir yaklaşımın esas alınmasıdır. Sınırsız özgürlükle özgürlük, katı disiplinle de disiplin sağlamak mümkün değildir. Hatta denilebilir ki, sınırsız özgürlüğün ilk ortadan kaldıracağı şey özgürlük, katı disiplinin ilk ortadan kaldıracağı şey ise disiplindir.

Eğitim de özgürlük sorununu daha iyi anlayabilmek için öncelikle, tartışılan bu mesele başta olmak üzere birçok meseleye kaynaklık eden ve yüzyıllarca bu yaklaşımları besleyen temel felsefi görüşlere bakmak gerekir. Eğitim tarihi boyunca, insana sağlanan özgürlük ve eğitim sürecine müdahil olma bakımından temelde iki görüşün ortaya çıktığı görülür. Bunlardan biri bireyci ve özgürlükçü yaklaşım, diğeri ise toplumcu ve disiplinci yaklaşımdır. Aslında bu yaklaşımlar sadece eğitim için değil ekonomiden siyasete diğer birçok alan için de belirleyici olmuştur.  

Toplumcu ve Disiplinci Eğitim Görüşü (Eğitime Sosyolojik Yaklaşım)

Bu görüş, ferde karşı, grup ve toplumun önemini savunarak her şeyi toplum için yapmak gerektiğini, bu çerçevede eğitimin de aynı amaçla geliştirilmesi ve totaliter bir metotla fertlere benimsetilmesi gerektiğini savunanların görüşüdür. Temelde devletçi, toplumcu ve disiplinci bir bakışı yansıtır. Bu görüşün en önemli temsilcileri ilk çağda Eflatun, yeniçağda ise Hegel ve Durkheim olmuştur. İlk çağın meşhur filozofu Eflatun bu konudaki görüşleriyle oldukça etkili olmuştur. Eflatun, Devlet adlı kitabında böyle bir eğitimi tavsiye etmektedir.

“Eğitim, ruhun gücünü iyiye doğru çevirme ve bunun için en kolay, en şaşmaz yolu bulma sanatıdır. Yoksa ruha görme gücünü verme sanatı değildir. Çünkü güç onda kendiliğinden vardır; ama kötü yöne çevriktir. Bakılmayacak yana bakmaktadır. Eğitim onu iyi yana yöneltir” (Eflatun, 1975)

Bütün bu yaklaşımlarda devletçi, toplumcu ve disiplinci bir eğitim anlayışını görmekteyiz. İslam filozoflarından özellikle Farabi de benzer görüşleri savunmaktadır. Bu görüş elbette ki uygulayana göre farklılıklar arz eder. Örneğin Hitler Almanya’sındaki eğitim, bu görüşün çok katı bir uygulamasıdır.

Toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışının ülkemizdeki en önemli temsilcileri; Ziya Gökalp (Ö.1924), İsmail Hakkı Baltacıoğlu (Ö.1978) ve Emrullah Efendi (Ö.1914) olmuştur. Z. Gökalp, toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışının ülkemizdeki en önemli temsilcisidir. Son yıllara kadar ülkemizde uygulanan ve son zamanlarda değiştirilmeye çalışılan eğitim anlayışı en çok Ziya Gökalp’den esinlenmiştir.

Z. Gökalp’e göre eğitim; “Bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni yetişmeye başlayan nesle fikirlerini ve hislerini aktarmasıdır”. İ. H. Baltacıoğlu da, eğitimi sosyal bir olgu olarak görür ve eğitimin amacını; belirli düşünme, duyma ve işleme tarzlarında insanlar meydana getirmek olarak açıklar.

Emrullah Efendi ise yukarıdan (üniversite) aşağıya (ilköğretim) doğru işleyen, telkinci ve tanzim edici bir eğitim anlayışını savunmuştur. Eğitim tarihimizdeki ünlü “Tuba Ağacı” nazariyesi ona aittir ve eğitimde yukarıdan aşağıya yani üniversitelerden ilköğretime doğru işleyen bir dönüşümü savunur.

Toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışı, en ileri uygulayıcı ve destekçilerini davranışçılık felsefesi mensuplarından bulmuştur. Davranışçıların en çok bilinen ismi olan B. F. Skinner, fizyolog Ivan Pavlow’un koşullu refleks kuramından ve Bertrand Russell ile James Watson’un davranışçılık üzerine yazdıklarından etkilenerek toplumu top yekûn dizayn etmeye koyulmuştur. Bu yaklaşım bazı kitap ve filmlere de konu olmuştur.

Davranışçılık, insanı özgür ve özne olarak gören geleneksel anlayışı bütünüyle reddederek, “planlı” bir insan yaratmak amacıyla, insan davranışına bilimsel bilgi aracılığıyla kumanda edilmesi hedefini ortaya atmıştır. Akımın en önemli sözcüsü Skinner’a göre, böylece insan, toplumun amaçlarına ulaşabilmesi için en etkin yöntemlerle tasarlanmış biçimde koşullandırılacak ve “Davranış Mühendisliği” insanı, topluma aykırı bütün eğilimlerinden arındıracaktır.

Davranışçılığın ülküsü, herkesin kolayca iyi ve kusursuz olmasını sağlayabilecek bir toplum ve eğitim düzeni kurmak amacıyla bilimsel kumandadan sonuna kadar yararlanmaktır.

Skinner’in 1948’de yayımlanan ve her türlü insan davranışının, toplum yararına denetlenip yönlendirildiği bir “ütopya” kurguladığı “Walden two” adlı romanı sert eleştirilere hedef olmuştur. Bunun yanı sıra Skinner’in, tasarımını kendisinin yaptığı deney düzenekleriyle çeşitli becerilere sahip hayvanlar yetiştirmesi, özellikle masa tenisi oynayan güvercinleri büyük bilimsel başarılar olarak kabul edilmiştir.

Skinner deney hayvanlarının aşamalı olarak eğitilmesiyle ilgili deneyimlerinden yola çıkarak, öğrenciler için “programlı öğrenme kuramını” geliştirmiştir. Pekiştirme ve ödüllendirme kavramlarına dayanan programlı öğrenme, öğrenme makinesi adını verdiği düzenek aracılığıyla yerine getirilmekteydi. Bu aygıtlar yoluyla öğrenci, öğrenmesi istenen konudaki sorulara verdiği her doğru yanıtta ödüllendiriliyor ve böylece öğrenme pekiştiriliyordu.

Skinner’in tartışmalara yol açan bir başka kitabı da “Özgürlük ve Onurun Ötesinde” (Beyond Freedom and Dignity) adlı çalışmasıdır. Bu yapıtında Skinner, özgürlük ve onur gibi kavramları anlamsız ve zararlı bularak, bu kavramların kişiyi kendi kendini yok etmeye kadar götürebileceğini söylemiş ve ayrıca, fizik ve biyoloji gibi bir davranış teknolojisi geliştirilebileceğini savunmuştur.

Yukarıda bahsedilen bu ve benzeri anlayışlar, tarih boyunca yönetim erkini ele geçiren ve toplumsal yararı belirleme yetkisini kendinde bulan kişi ve kurumlarca her türlü amaç için insanın ve toplumun biçimlendirilmesinde kullanılmıştır. Bu durumda eğitim, “İnsan ve Toplum Mühendisliği” için kullanılan basit bir siyasal araca dönüşmektedir. 

Fertçi ve Hürriyetçi Eğitim Görüşü (Eğitime Psikolojik Yaklaşım)

Bu görüşe göre, devlet, vatan, din, her türlü kurum, kısaca her şey fert içindir. Fert hiçbir şekilde baskı altına alınmamalı, tam aksine tamamen serbest bırakılmalıdır. Bu görüşün en önemli temsilcisi olan Rousseau Emile adlı kitabına şöyle başlamaktadır: “Her şey Yaratıcısı elinden çıkarken iyidir, her şey insanın müdahale etmesiyle bozulur. İnsan her şeyi altüst eder, tabiatını bozar. Hiçbir şeyi hatta insanı bile olduğu gibi istemez. Onu eğitilmiş bir beygir gibi kendisi için yetiştirir ve bahçesindeki ağaç gibi ona şekil verir”.

Yine, Rousseau, çocukların eğitiminde müsamahayı ve hürriyeti savunarak “çocuk ne emri bilmeli ne de itaati, hiç kimsenin hatta babanın bile, faydalı olmayan bir şeyi çocuğa emretmeye hakkı yoktur, çocukların hareketlerine karışılmamalı” demektedir (Rausseau, 1966).

J. J. Rousseau, birçok eğitimcinin görüşlerinin aksine “yaratanın elinden çıkan her şey iyidir, her şey insanların elinde bozulur”, anlayışı ile çocuğa yaklaşılması gerektiğini söyleyerek “çocuk ne hâkim ne asker ve ne de papaz olmalıdır. O her şeyden önce insan olmalıdır; ancak bundan sonra herhangi bir mesleğin insanı olabilir” demektedir. Bu tutum, toplumcu ve disiplinci anlayışa ilk hürriyetçi başkaldırıdır. Çocuğun tamamen serbest bırakılmasını isteyen düşünürlerden biri de İsveçli Ellen Key’dir.  Key; “Eğitimin en büyük sırrının çocuğu eğitmemek olduğunu artık anlamak lazımdır” demektedir.

Bu görüşün diğer bazı temsilcileri, Herbart Spencer ve Jean Marie Guyeau’dur. Bu düşünürler “Siyasi ve ahlaki hayatın temelini insan ve hayvanlardaki barışçı ve dayanışmacı içgüdülerde bulurlar. Onlara göre her türlü tesir insanı bozar. Eğitim baskısı gibi devlet baskısı da insanlar için zararlıdır. Baskısız bir eğitim ve devletsiz bir toplum insanların ideali olmalıdır”. Bu görüşler günümüzde de “Okulsuz Toplum, Sınavsız Okul, Evde Eğitim”  gibi projelerle gündeme gelmektedir.

Fertçi ve hürriyetçi eğitim görüşünün ülkemizdeki temsilcileri; Satı Bey, Prens Sabahattin ve Abdullah Cevdet’tir (Tezcan, 1997).

Satı Bey’e göre; eğitim ve terbiye, duygu ile aklın dengelenmesidir. Ferde safdillik derecesine varmayan bir samimilik, basiretsizlik derecesine ulaşmayacak bir girişimcilik, hayalperestlik dercesine varmayan bir idealcilik, bencillik halini almayan bir tutumluluk temin etmektir. Ferdin özel kabiliyetlerini kırmaksızın umumi kabiliyetlerini geliştirmek, duygularını kurutmaksızın muhakeme yeteneğini güçlendirmek... Kısaca muhtelif kabiliyetleri uzlaştırmak ve dengelemektir.

Satı Bey’e göre; eğitim işinde, zehirle tedavi işinde olduğu gibi en büyük önem dozdadır. Örneğin eğitim alanında siyaset alanında olduğu gibi müfrit propagandacılık caiz değildir. Öğretmen öğrenciye yaptığı telkinlerde bir hedefi takip eden bir tarafgir gibi değil, vazifesinin bütün boyutlarını bilen ve hassasiyetini takdir eden bir mütefekkir gibi davranmalıdır (Ayhan, 1997).

Satı Bey bu ve benzeri görüşleriyle, batıda J. J. Rousseau ve H. Spencer tarafından temsil edilen fertçi ve hürriyetçi görüşün ülkemizdeki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. Fakat bu doktrini batıdaki şekliyle olduğu gibi kabul etmemiş, bizim yapımıza uyarlamaya çalışmış ve toplumcu - disiplinci eğitim anlayışını da dikkate alarak özgün bir model kurmaya yönelmiştir.

Prens Sabahattin’e göre toplumsal yapımızda sorun doğuran iki husus vardır. Birincisi, kişiliğe önem vermeyen eğitim sistemi, ikincisi ise merkeziliğe dayanan yönetim sistemidir. Ona göre, eğitim, kişiliğin gelişmesine yardım etmeli, çocukların özgürce ve hayatın tüm sorunlarıyla başa çıkacak şekilde gelişmesine hizmet etmelidir. Eğitim sistemi ise tüketici memur tipi yerine kendi kendine yeten, üretici ve kişisel girişkenlik eğilimi gelişmiş kişiler yetiştirmelidir.

Prens Sabahattin, merkezi yönetim sistemini de eleştirerek, bu sistemin çok giderle az iş ürettiğini ileri sürer ve bunun yerine daha az giderle daha çok iş üretilmesini sağlayacak Âdem-i merkeziyetçi yönetim şekline geçilmesini, yetkilerin bir kısmının yerel yönetimlere devredilmesini önerir.

Abdullah Cevdet ise, Anglo-Sakson eğitim anlayışını savunmuş, biyolojik materyalizmin ülkede yerleşmesinin halkı uyandıracak temel güç olacağını ileri sürmüş ve eğitimin, bu doğrultuda özgür bir ortamda biyolojik üstünlükler gösteren seçkin bireyler ve cins kafalar yetiştirmeye yönelmesini istemiştir.

20. yüzyılda insanı, incelenip sınıflandıracak, belirli kategorilere sığdırılacak bir nesne olarak gören ‘Davranışçılık’ gibi yaklaşımlara karşı gelişen en belirgin fertçi ve hürriyetçi tepki ‘Varoluşçuluk’tur. Bu akım, insanı özne olarak öne çıkarır ve hayatın merkezine koyar.

Varoluşçulara göre eğitim; toplumun baskısından uzak, özgür ve insanın sınır durumunu sağlayıcı olmalıdır. Konular tarih, güzel sanatlar, edebiyat, felsefe, insan bilimleri, etik, estetik gibi alanlardan öğrenci tarafından seçilmelidir. Eğitim mutlu bir grup, cemaat, toplum, ülke için değil; tersine kişisel hoşnutluk içindir. Meslek eğitimine küçük yaşta başlanmamalıdır ve eğitim, insanı tabii bilimlerin nesneleştirici etkisinden kurtarmak için sosyal bilimler ağırlıklı olmalıdır.

Yine, gerek eğitim alanında gerekse diğer alanlarda insan hürriyetinin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için devlet dâhil her türlü otoriteyi reddeden düşünür ve düşünceler de vardır. 19. yüzyıl anarşizminin kurucularından olan Pierre-Joseph Proudhon ve Mihail Aleksandroviç Bakunin bunlardan bazılarıdır.

Özgürlükçü ve Disiplinci Görüşlerin Karşılaştırılması

Bu iki yaklaşım arasındaki farklılık temelde, bunların birey ve toplumun nasıl oluştuğu konusundaki görüşlerinden kaynaklanır. Özgürlükçü eğitim görüşü, toplumun oluşumuyla ilgili olarak “Atomcu Toplum Görüşünü” esas alırken, disiplinci yaklaşım “Organik Toplum Görüşünü” esas alır.

Atomcu toplum görüşü, toplumu; bir sözleşme çerçevesinde bir araya gelmiş insan topluluğu olarak görür. Esas ve öncelikli olan bireydir. Bireyler kendi öz iradeleriyle bir araya gelmiş ve kendi yararları için bazı özgürlüklerinden vazgeçerek toplumu kurmuşlardır. Bu toplum bir sözleşmeye bağlı olarak yönetilir. Bu sözleşmenin şartları tüm bireylerin katılımıyla belirlenir. Bu şartlar değiştirilebilir ya da sözleşme tümüyle feshedilebilir. Açıktır ki, bu yaklaşım özgürlükçü ve bireyi öne çıkaran bir eğitim anlayışına yol açacaktır.  Burada bireyden topluma doğru işleyen bir süreç söz konusudur. Belirleyici ve etkin konumda olan bireydir.

Organik toplum görüşüne göre ise, toplum bireylerden ve toplumsal tabakalardan oluşmuş yaşayan bir organizmadır. Toplumun her bir öğesi üzerine düşen görev ve sorumlulukları iyi bir şekilde yerine getirdiğinde toplum ideal yapısına kavuşur. Bu açıdan bakıldığında toplum denen varlık, kendini oluşturan parçalardan daha büyük, daha gelişmiş ve daha önemlidir. Daha çok totaliter sistemlerin benimsediği bu görüşün sonucu olarak, toplum bireyin önüne geçmekte, zaman zaman toplumun çıkarları için bireylerin farklılıkları törpülenmekte ve toplum metazori yöntemlerle yukarıdan aşağıya Formatlanmaktadır. 

Bu iki zıt felsefi yaklaşım, ülkelerin eğitim sistemlerini şekillendirdikleri gibi, sosyal ve siyasi alanları da şekillendirmektedirler. Özgürlükçü yaklaşımların sosyal ve siyasal hayattaki görüntüleri, demokratik yapılar olarak ortaya çıkarken, disiplinci anlayışlar daha çok baskıcı, merkeziyetçi ve totaliter siyasi rejimler olarak ortaya çıkmaktadır. Her iki görüşte birçok coğrafyada uygulama alanı bulmuştur. Olumlu ve olumsuz yönleri sürekli tartışıla gelmiştir.

Fertçi ve hürriyetçi anlayışta, fertlerin ilim, düşünce ve sanatta hür bir ortam içinde ilerlemeleri daha kolay ve hızlı olurken, toplumsal sorumluluk yeterince verilemediğinden, hürriyetin başıboşluğa, sorumsuzluğa ve nihayetinde anarşiye kadar gitmesi söz konusu olabilmektedir. Ancak, toplumcu ve disiplinci eğitim anlayışında ise, toplum ve devlet çıkarlarına aşırı önem verilirken, fertlerin şahsi kabiliyet, yetenek ve üretkenlikleri göz ardı edilmekte, bunların gelişmesi için özgür bir ortam yaratılamamaktadır.

Sonuçta disiplinci yaklaşımların baskın olduğu bu tür ortamlarda analitik düşünme yeteneği, üretkenlik, icat ve keşif ruhu yeterince gelişememekte, inanç ve düşünce özgürlüğü sağlanamamakta ve çoğu zaman insanlar baskı altında tutulmaktadır. En kötüsü ise, bazı durumlarda tüm bu uygulamaların, toplumun, ülkenin ya da vatanın çıkarları denilerek bir avuç oligarşinin egemenliklerinin devamı ve çıkarları için yapılıyor olmasıdır.

Günümüzde toplumcu ve disiplinci eğitim yaklaşımının yanlış uygulamalarını, halk ile devlet arasında siyasi meşruiyet sorunu yaşanan birçok ülkede görmek mümkündür. Faşist ve komünist ülkelerde bu çarpıtma devletin çekirdeğine yerleşmiş bir zümre adına yapılırken, kapitalist ülkelerde burjuvazi adına yapılmaktadır. 

Bir profesör Rusya’da devlet korkusundan eleştiri yapamaz, Amerika’da ise Standart Petrol Şirketinin sahibi Rockefeller’ in korkusundan eleştiri yapamaz. Yaparsa işsiz kalır. Zira tüm üniversite rektörleri Rockefeller’den mali destek alır ya da almayı umarlar (Russell, 1998).

Aslında toplumun çıkarları öncelenerek, aşırıya kaçmamak ve verimsizliğe ve sığlaşmaya yol açmamak şartıyla eğitim sistemine belirli bir Form kazandırılması belki makul karşılanabilir. Önemli olan bunun gerçekten toplum yararına yapılıyor olmasıdır. Aksi taktirde belirli bir eğitim anlayışı toplum adına denilerek, bir monarkın, oligarşinin ya da bir çıkar grubunun hırs ve çıkarlarını korumak için dayatılıyorsa orada bir sorun, bir illüzyon, bir kandırmaca var demektir.

Eğitimle topluma belirli bir Form ve anlayış dayatmanın verimsizlik, sığlaşma, farklılıkların yok edilmesi, tek tipleşme ve üretkenliğin ölmesi gibi oldukça ağır bir bedeli vardır. Dolayısıyla bu hususta herkes duyarlı davranmalı ve müdahaleci yaklaşımlardan uzak durmalıdır.   

Bu iki eğitim anlayışı birbirlerine zıt yaklaşımlar içermelerine rağmen, her ikisi de eğitim tarihi boyunca uygulana gelmiştir. Bu, onların her ikisinin de bazı doğrular barındırmalarından ve bazı yönleriyle insan ve toplum gerçeğine yaklaşmalarından kaynaklanır. İnsan, doğuştan getirdiği ve onu farklı kılan birçok özellikler dikkate alınmadan yetiştirilemeyeceği gibi, toplumsal bilinç, toplumsal ihtiyaçlar ve küresel kaygılar dikkate alınmadan da yetiştirilemez.

Elbette ki her iki görüşün haklı yönlerinin var olduğunu söylemek sorunu çözmeye yetmez. Aslında, eğitimcilerin ve sosyologların üzerinde düşünmeleri ve çözüm bulmaları gereken ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Acaba nasıl, hem ferdin hürriyetlerini garanti altına alan, hem de toplumun değer yargılarını, disiplin anlayışını ve karşılıklı güven ortamını koruyan bir eğitim felsefesini cari kılabiliriz.

Acaba nasıl, Nazım Hikmet’in bir şiirinde geçtiği üzere, insanların hem “Bir ağaç gibi tek ve hür” hem de “bir orman gibi kardeşçe” yaşayabilecekleri, ya da Muhammed İkbal’in önerdiği şekliyle “Hem kervanla yürüyüp hem de yalnız olabilecekleri” bir eğitim yaklaşımını gerçekleştirebiliriz.    

Toplumsal bilinç boyutunu ihmal ederek, fertçi ve hürriyetçi yaklaşımda aşırıya gidilmesi halinde, insanlardaki toplumsal sorumluluk bilinci zayıflamakta bir arada yaşama kültürü ve aile bağları zayıflamakta ve bencillik düzeyine varan bir bireyselleşme ve ruhsal tatminsizlik baş göstermektedir.

Disiplin ve toplumculuk boyutu aşırı önemsenmiş eğitim ise; bireysel özellik ve yeteneklerin körelmesi, sığlığın yaygınlaşması, her alanda üretkensizlik, sürü psikolojisi, keşif ve icat gücünün kaybı, hayal kurma yeteneğinin zayıflaması ve toplumun top yekûn gerilemesi sonucunu doğurmaktadır. Bu durum, uluslar arası sömürü ilişkilerinin oldukça rafine hale geldiği günümüzde ciddi sıkıntılara yol açacaktır.

Disiplin ve otorite birer amaç değil, araçtır ve özgürlüğün gerçekleştirilmesi amacına yönelik kullanıldığı takdirde anlamlıdır. Bir kurumdaki otorite ve disiplin boşluğu özgürlük ortamını zedelerken, katı bir disiplin ve otorite anlayışı ise, bireylerin özgürce yaşamalarını, yeteneklerini zenginleştirmelerini ve özgün bir kişilik oluşturmalarını engeller. Sınırsız özgürlükte özgürlük, katı disiplinde de disiplin sağlanmaz. Belki de sınırsız özgürlüğün ilk ortadan kaldıracağı şey özgürlük, katı disiplinin ilk ortadan kaldıracağı şey ise disiplindir. Her şeyde olduğu gibi bunda da doz önemlidir. Ne ifrat ne de tefrit. Esas olan sağduyulu, bilimsel ve dengeli bir yaklaşımın esas alınmasıdır.

Türkiye, uzun yıllar yönetimde merkeziyetçiliği, eğitimde ise toplumcu ve disiplinci görüşü esas almış bir ülkedir. Ancak yönetim ve eğitim anlayışındaki çağdaş gelişmeler ve Avrupa Birliğine dâhil olma süreci dikkate alındığında, bu eğilimlerin yönetimde merkeziyetçilikten âdem-i merkeziyetçiliğe, eğitimde ise, toplumcu ve disiplinci görüşten fertçi ve hürriyetçi görüşe doğru evrilmesi beklenebilir. Ancak ülkemizin özellikleri düşünüldüğünde, Türkiye her durumda eğitiminde millilik, demokratiklik, toplumculuk, dayanışmacılık ve eşitlikçilik gibi özellikleri korumalıdır.