Bir İdealizm Sembolü Olarak Akif

 

Korkma!

O, bir milletin varlık yokluk mücadelesi verdiği bir dönemde ortaya çıkmış ve “Korkma!” diye haykırmıştı.  Bir çağlayan gibi devam eden sözcük, mısra, beyit ve dörtlükler bu milletin bağımsızlık bildirgesi, özgürlük manifestosu ve milli mutabakat metni olan İstiklal Marşını ortaya çıkarmıştı.

M. Akif Ersoy, samimiyeti, içtenliği, tevazuu, takvası, ilmi ve sanatçı kişiliğiyle, kısacası her yönüyle bu topraklarda her zaman gençlerimize model olarak gösterebileceğimiz isimlerin başında geldi. Bu konum, o kadar hak edilmiş bir konumdur ki, eğer bu coğrafyada, bir olgu olarak idealizm ve dava adamlığı bir insanla sembolize edilecek olsaydı, bu kişi hiç tereddütsüz M. Akif Ersoy olurdu.   

Akif, çok yönlü ve çok boyutlu bir insandı. Büyük bir şair, mütefekkir, mücadele ve gönül insanı olmanın yanı sıra, başka birçok meziyete sahipti. Halkalı Ziraat Mektebini birincilikle bitirmişti. Güreşte okul, gülle atmada ise İstanbul birincisiydi. Kıyıcı Osman Pehlivan`dan güreş dersleri almıştı. At binmede hünere sahipti. İstanbul boğazını yüzerek karşıya geçecek kadar yüzme sporuna aşinaydı. İyi düzeyde Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Camilerde vaaz edecek, hatta meal ve tefsir yazacak kadar İslami ilimlere hâkimdi.

Akif, öyle bir şairdir ki, konular, kavramlar, olgular, eşyalar, insanlar… kim ya da ne olursa olsun onun şiirine konu olmak, bir isyana, bir çığlığa, bir abideye dönüşerek tarih sahnesine çıkmaktır. Şerif Hüseyin`in entrikalarına karşı mücadele etmek için bulunduğu Hicaz`da Çanakkale zaferinin haberini alınca, büyük bir heyecana kapılan Akif, kızgın kumlar üzerinde saatler süren şükür secdesine kapanır, dua eder, gözyaşı döker, kalktıktan sonra da eline aldığı kalem ve kağıtla, içinde bulunmadığı, hatta hiç görmediği bir mücadeleyi binlerce kilometre uzaktan anlattığı Çanakkale Destanı`nı yazar.

Çanakkale`de savaşan Mehmetçik’in anlatıldığı bu şiiri okuyanların, ortaya konulan muhteşem hayal gücü karşısında hayrete düşmemesi mümkün değildir. Zira bir mücadele, ancak bu kadar canlı, çarpıcı ve etkileyici bir şekilde anlatılabilir; şehit ve şahadet olguları ancak bu kadar derinlikli ve anlamlı bir şekilde resmedilebilir. Bu yüzden olsa gerek, şair Süleyman Nazif, Akif’in `Çanakkale Şehitlerine` adlı şiirini okuyunca, `Allah`ın şehitleri olduğu gibi, şairleri de vardır." demekten kendini alamamıştır.   

Bu topraklarda şiir ve edebiyat Akif`e çok şey borçludur, zira şiir, en yüksek ve en anlamlı ifadesini O`nun elinde bulmuştur. Taceddin Dergâhında yazdığı ve İstiklal Marşı olarak kabul edilen şiiriyle, edebiyat tarihimize adeta erişilmez bir anıt dikmiştir. Taceddin dergahının duvarlarının dili olsa da konuşsalar! İstiklal Marşı`nın yazılması sürecinde neler yaşandı acaba? Akif ne kadar gözyaşı döktü, kaç sefer başını duvarlara vurdu, kaç gece uykusuz kaldı? Bunları bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var ki; eğer, milli mücadelenin coşkusu, Taceddin Dergahı`nın o manevi havası ve Akif üçlüsü bir araya gelmeselerdi, bir şekilde buluşmasalardı, İstiklal Marşı gibi bir şaheser ortaya çıkmayacaktı. Bunların herhangi birinin eksikliği durumunda ortaya çıkacak eser, kesinlikle aynı eser olmayacaktı.

Zira “İstiklal Marşı” ve “Çanakkale Şehitleri” adlı eserlerin her biri bir destandır. Destan yazmak, kolay değildir. Destan yazabilmek ancak, destansı bir hayat yaşamakla mümkündür.

Akif, “bir milletin milli marşı ödül karşılığı yazılmamalı” diye düşündüğü için milli marş için açılan yarışmaya katılmamıştı. Fakat yarışmaya gönderilen yüzlerce eser arasından uygun biri bulunamayınca Akif’e başvurulmuştu. Zira Mehmet Akif, bugün olduğu gibi o gün de, bu ülkenin İstiklal Marşı yazabilecek tek şairi değilse bile tek ruhuydu. Nitekim yazdığı şiir TBMM tarafından dört kez ayakta alkışlanarak kabul edildikten sonra Akif, “O artık benim değil, milletimin marşıdır, o, benim millete sunduğum en kıymetli hediyemdir” diyerek İstiklal Marşını en önemli eseri olan Safahat’a dahi koymamış, onun için konulan para ödülünü ise hayır kurumlarına bağışlamıştır.

Akif’in birçok özelliğinden bahsedilebilir, ancak onun en büyük meziyeti hiç şüphesiz ki davasına bağlılığı ve samimiyetidir. Onun davası; erdemli bir toplum, özgür bir ülke ve anlamlı bir dünya davasıdır. O`nun bir fotoğrafına bakmak, samimiyetini anlamak için yeterlidir. Akif, sadece bir teori insanı değildir, tam aksine, o söylediklerini yaşayan, iliklerine kadar hisseden ve samimiyetle bunları dile getiren bir ideal insanıdır. Ülkenin ve ümmetin yaşadıkları karşısında duyduğu acı ve ızdırabı;

“Ağlarım, ağlatamam, hissederim söyleyemem…

 Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım.”

“Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:

  Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım”

dizeleriyle dile getiren Akif, bu yönüyle, Mevlana, Yunus Emre ve H. Bektaş-ı Veli gibi gönül insanlarımızın bu yüzyılda atan kalbidir.

O, yaşadıkları ve yazdıklarıyla hala milletimize hizmet etmeye devam etmektedir. Bu topraklarda istiklal, hürriyet, bağımsızlık, onur, erdem, tevazu ve mücadele var oldukça Akif de var olacak; Akif var oldukça da bu olgular yaşamaya devam edecektir. O`nun acı ve ızdırap dolu ama bir o kadar da onurlu yaşamı, bu ülkenin gençlerinin ve erdemli insanlarının rehberi olacaktır.

Bu ülkede, bir dava sahibi olmak, vatansever olmak, kalemini satmamak, onurunu açlığa tercih etmek, özü sözü bir olmak, inançlarından ve değerlerinden taviz vermemek nasıl olur denildiğinde hep onu hatırlayacağız. Samimiyet nedir, adanmışlık nedir, inançlarına ve değerlerine bağlılık nasıl olur diye soranlara hep onu göstereceğiz. Onurlu, erdemli ve anlamlı bir yaşam nasıl olur? diye sorulduğunda hep onu işaret edeceğiz. Ve onu hep sevecek, çocuklarımıza öğretecek ve onu asla unutmayacağız.

Ruhun şad olsun ey koca şair!