Bilgi Yönetimi

 Bilgi Yönetimi

Filozofların yönlendirmediği toplumları şarlatanlar yönlendirir (Condercet). 

Dün, dün ile gitti cancağızım,

Bugün yeni şeyler söylemek lazım (Mevlana).

Öğrenmek, akıntıya karşı yüzmeye benzer, ilerlemediğiniz takdirde gerilersiniz (Çin Atasözü).

 

Tarım Toplumundan Bilgi Toplumuna

“Bilgi yönetimi” kavramı; bir organizasyonda, yapılan işin niteliğini ve değerini artırmak amacıyla maddi kaynakların yanı sıra maddi olmayan kaynakların da etkin bir şekilde yönetilmesi gereğini ifade etmek amacıyla geliştirilmiştir. İhtiyaç duyulan bilginin üretilmesi ya da temin edilmesi, paylaşılması, geliştirilmesi ve kullanılmasıyla ilgili sürecin işletilmesi ve aktif bir şekilde yönetimi bilgi yönetimi olarak adlandırılmaktadır.

Dünya bilinen son beş bin yıllık tarih içinde sosyoekonomik açıdan üç önemli dönem geçirmiştir. Bunlar; tarım dönemi, sanayi dönemi ve bilgi çağı olarak adlandırılabilir. Bu dönemleri pre-modern, modern ve post modern dönemler olarak kategorize etmek de mümkündür. Tarım dönemi en uzun süren dönemdir. Bu dönem yaklaşık beş bin yıl sürmüşken, sanayi dönemi yaklaşık 150 yıl sürmüştür. Bilgi çağının ise 30–40 yıldır başladığı söylenebilir.

Tarım döneminde en anlamlı ve değerli kaynak toprak, en işlevsel araç saban iken, sanayi çağında en önemli kaynak sermaye, en önemli araç ise makine olmuştur. Bilgi çağında ise bunlar sırasıyla bilgi ve bilgisayardır. 

Tarım döneminde beden gücü, sanayi döneminde ise kol gücü daha önemliyken, bilgi çağında beyin gücü merkezi bir konuma yerleşmiştir. Tarım döneminde tarla işçiliği, sanayi döneminde fabrika işçiliği (proleterya) yaygınken, bilgi çağında bilgi işçiliği (kogniterya) yaygın hale gelmiştir.

Tarım döneminin en önemli meslekleri ağırlıklı olarak ziraatla ilgiliyken, sanayi döneminin en önemli meslekleri makine ve fabrika işletmeciliği ile ilgili meslekler olmuştur. Bilgi çağının en önemli meslekleri ise sağlık, eğitim ve bilişim alanlarıyla ilgili olanlardır.

Tarım döneminde sadece gıda ürünleri ağırlıklı nesne üretimi söz konusuyken, sanayi döneminde makine ağırlıklı nesne üretimine hizmet üretimi de eklenmiştir. Bilgi çağında ise, bu iki üretim çeşidine yazılım (software) üretimi de dahil olmuştur.

Tarım döneminin en zenginleri toprak sahipleriyken, sanayi döneminin en zenginleri fabrika sahipleri olmuştur. Bilgi çağının en zenginleri ise en bilgililer ya da bilgi alanında çalışanlar olmuştur. Dünyanın en zengin adamı seçilen Bill Gates belki de bunun ilk örneğini oluşturmuştur.  

Tarım döneminin en yaygın yönetim şekli monarşi (krallık, sultanlık, padişahlık vs), iken, sanayi döneminde Cumhuriyet ve Demokrasiler yaygınlaşmıştır. Bilgi çağında ise bunlara katılımcılık, çoğulculuk, yerinden yönetim ve federalizm gibi yaklaşımlar eklenmiştir.

Tarım döneminde dünyanın etrafını bir kez dolaşmak için birkaç yıl gerekiyorken, (Macellan bu işi üç yılda yapabilmişti (1519–1522)), sanayi döneminde cesur bir seyyahın karayolu, demiryolu ve buharlı bir gemiyle dünyanın etrafını dolaşması için 80 gün yeterli olmuştu. Günümüzde ise bunun artık birkaç saatte mümkün olduğunu biliyoruz.,

Tarım döneminde dünyada var olan toplam bilginin kendini ikiye katlama süresi tahminen 1000 yıl iken, sanayi döneminde bu süre100 yıl olmuştur. Bilgi çağında ise bir yıl hatta daha az olduğu tahmin edilmektedir.

Bu karşılaştırmalar bir hatta birkaç kitap konusu olabilecek kadar arttırılabilir. Açık olan, dünya önemli değişimler yaşamıştır ve yaşamaya da devam etmektedir. Hem de artan bir hızla… Böylesi bir değişimin tüm paradigmaları, tüm yaklaşımları ve eğitim de dâhil tüm olguları etkilemesi kaçınılmazdır. Artık, güçlü olanların değil, bilgili olanların ve yaşanan bu muazzam değişime daha hızlı uyum sağlayabilenlerin öne geçtiği bir dünyada yaşıyoruz.

Türkiye bu üç çağı, her üçü de benzer oranlarda olmak üzere birlikte yaşamaktadır. Türkiye, tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmeye çalışırken birçok ülke bilgi toplumuna geçişini tamamlamış durumdadır. Türkiye daha rasyonel bir tarıma yönelmek için tarımda çalışan nüfusunu azaltmaya uğraşırken birçok ülke aynı kaygıları sanayide çalışan nüfus için düşünür hale gelmiştir. Hatta Türkiye’nin yaşadığı bazı travmaların sanayi dönemini tam değerlendiremeden bilgi çağıyla muhatap olmasından kaynaklandığı da söylenebilir.

Yaşadığımız çağ, haklı olarak “bilgi çağı” olarak adlandırılmaktadır.  Zira bilgi bu dönemde, daha önce hiç olmadığı kadar merkezi bir konuma sahip olmuştur. Günümüzde bilgi etkileyen değil, belirleyen bir unsur haline gelmiştir. P. Drucker “Önümüzdeki dönemlerin yeni toplumu sosyalist olmayacağı gibi kapitalizmi de aşmış ve ötesine geçmiş bir toplum olacaktır. Böyle bir toplumun en başta gelen kaynağının bilgi olacağı da kesindir” diyerek, bilginin yeni toplumlardaki merkezi konumuna dikkat çekmiştir.

Bilgi ve Özgürlük 

Geçmişten günümüze dünyada ki uygulamalara bakıldığında açıkça görülür ki bir ülkedeki eğitim seviyesi ile özgürlük ve demokrasi arasında doğrusal bir ilişki vardır. Bir ülke özgürlük ve demokraside ne kadar ileri seviyede ise, eğitimde de o kadar ileridir. Bilim ve teknolojide lider olan ülkelerin demokratik hak ve özgürlüklerde de lider olmaları tesadüf değildir. Özgürlük ve demokrasisini dünya standartlarına yükseltemeyen bir ülkenin eğitimini hatta ekonomi, siyaset ve kültürünü bu standartlara taşıması mümkün değildir. Yukarıda bahsedilen ilişkinin bir benzeri bilgi ve özgürlük arasında da vardır.

Bu anlamda özgürlük ve bilgi bir ülke ya da toplumun gelişip serpilmesinde anahtar kavramlardır. Aslında tarih boyunca bilgiye ve özgürlüğe en çok önem veren toplumlar en güçlü toplumlar olagelmiştir. “Oku! Rabbin kerem sahibidir” ilahi mesajı da buna işaret ediyor olsa gerektir. Kim daha çok okumuş, bilginin ve ilmin peşinde olmuşsa Allah (CC) onlara olan nimetini arttırmıştır. Aristo ve Eflatunlu Yunanistan’dan, İbni Sina, Farabi, İbni Rüşd, Harezmi ve Mevlanalı İslam dünyasına, Galileo, Einstein, Madam Curi, Kant ve Balzaclı Avrupa’dan bugünün Japonya ve Amerika’sına… En çok okuyan, yazan ve araştıranlarla en çok zenginliğe sahip olanlar hep aynı toplum, ülke ya da medeniyetler olmuştur… Hal böyle olunca yapılacak şey açıktır aslında…  

Bundan 2500 yıl önce “yöneticilerin filozof, filozofların yönetici olması ilkesini” ortaya atan Eflatun, bilgili insanların toplumsal işlevini ise “bilgeler öne düşecek ve yönetecek, bilgisizlerde izleyecek” şeklinde ifade etmişti. İngiliz düşünür Bacon’a göre ise, “bilgi güçtür” (knowledge is power), bilgi sahibi olmak güç sahibi olmaktır.

Kendi medeniyet havzamızda ve kültür dünyamızda da bilgi daima önemsenmiştir. Kur’anın ilk inen ayeti ve ilk emri “Oku” (Alak, 1) şeklindedir. Yine, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? (Zümer, 9). “Deki: Rabbim ilmimi artır” (Taha, 114). “İlim öğrenmek kadın erkek her Müslüman’a farzdır” (Hadis). “İlim Çin’de bile olsa gidip onu alınız” (Hadis). “Ya öğreten ya öğrenen ya dinleyen ya da ilmi seven ol. Başkası olma helak olursun” (Hadis). “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” (Hz. Ali). Tüm bu ayet, hadis ve sözler içinde bulunduğumuz medeniyet havzasının ilme, bilgiye ve öğrenmeye verdiği anlam ve önemi belirtir.

Uygurların son zamanlarına ait bir mecmuada ise bilginin değeri şöyle anlatılır (Akyüz, 1999).

   Bilgi bilin ey beyim                                 Bilgili insan beline

   Bilgi sana eş olur                                   Taş kuşansa kaş olur

   Bilgi bilen insana                                    Bilgisizin yanına

   Bir gün devlet yar olur                           Altın konsa taş olur.

Dünyada bin yıl boyunca insan adına, eşya adına, bilim, sanat, kültür ve medeniyet adına, anlam ve değer adına ne söylenmişse bizler tarafından söylendiği bir gelenekten geliyoruz. Bu gelenekte, ilim elde etmek için günlerce deve sırtında yol giden, yıkılan kitapların altında can veren, kitap okurken uyumamak için saçını duvara bağlayan âlimler, bilginler var. Kuşattığı şehre karşılık fidye olarak el yazması kitapları isteyen yönetici ve komutanlar var... Oysa bugün durum pek de iç açıcı gözükmemektedir.

Elbette ki karamsar tablolar çizmemek lazım, hatta ümitvar olmak için azımsanamayacak kadar nedenimiz var. Fakat bunun yanı sıra, bunca imkâna rağmen hala ne Farabi ve İbni Sina’yı aşan bir düşünürümüz, ne Mevlana, H. Bektaş-ı Veli ve Y. Emre’yi aşan bir gönül adamımız, ne de Dede Efendi ve Itri’yi aşan bir müzik adamımız var. Biruni ve Harezmi’yi aşan bir matematikçimiz, Mimar Sinan’ı aşan bir mimarımız, Evliya Çelebi’yi aşan bir seyyahımız, Nasrettin Hocayı aşan bir nüktedanımız, Satı Bey, Emrullah Efendi, M. Akif ve Ziya Gökalp’ı aşan bir eğitimcimiz olmadığı gibi? Bu hususta çok temel bir sorunla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Elbette ki kendi alanlarında çok başarılı olmuş, bu topraklara değer adına çok şeyler katmış insanlarımızı bu eleştirinin dışında tutmak lazımdır.

Bilgi ve Entelektüel Sermaye

“Said, 1983’de Lübnan’da deniz piyadelerini havaya uçurmadı, Filistin intifadasını ateşlemedi, ya da Vehhabi misyonerleri imanı zayıf Batılılar üzerine göndermedi. Şüphesiz Dünya Ticaret Merkezine doğru bir uçak sürmüş de değil. Ama O, yaptıklarıyla Amerika’nın entelektüel radarlarını bozdu. O’nun Oryantalizm’i bir tabur Usame Bin Ladin’den daha çok cihad yapmıştır”(Zev Chafest, Newyork Daily News)

Merhum C. Meriç’in “Hakikat uğrunda her savaşı göze alabilen bağımsız bir mücadele adamıdır” şeklindeki entelektüel tanımına hakkıyla uyan, Filistin davasının büyük savunucusu ve “bilge şahin” lakaplı, birkaç yıl önce kaybettiğimiz Edward Said hakkında bir muarızı tarafından yazılanlar bilgiyle donanmış insan unsurunun önemini açıkça ortaya koymaktadır.

Entelektüel diriliş, bütün dirilişlerin temelidir. Temelinde insanın olduğu bilgi ve entelektüel sermayenin yönetimi, maddi kaynakların yönetiminden çok daha önemlidir. Bu unsurların yönetiminde başarılı olan bir yönetici diğer unsurları da kolaylıkla yönetebilir. Fakat bunun tersi aynı kolaylıkta mümkün değildir. “Filozofların yönlendirmediği toplumları şarlatanlar yönlendirir” (Condercet). Bu anlamda, belki de tarihte düşünürlerin, fikir adamlarının ve bilginlerin öncülüğünde kurulmayan tek devlet olan Amerika’nın dünyayı bu kadar tahrip etmesi manidardır.

Bilgi üretim hızının alabildiğine arttığı günümüzde, eğitimin temel hedeflerinden biri; öğrencilere bilginin önemini kavratmak ve bilginin edinilmeye değer bir şey olduğuna onları ikna etmek ve onları entelektüel açıdan geliştirmek olmalıdır. Okul yıllarında öğrenme isteği ve merak duygusu harekete geçirilmeyen, analitik düşünme ve araştırma yapma alışkanlığı kazandırılamayan bir öğrencinin eğitimi yarım kalmış bir eğitim olacaktır. Zira esas olan, öğrencilere birkaç yıl içinde unutacakları yüzlerce şeyi ezberletmek değil, onları hayatları boyu öğrenmeye devam etmelerini sağlayacak bir entelektüel bilinçle donatmaktır. Kısacası, öğrenmeyi öğretmektir. Böyle bir hedef ise ancak; öğrenen örgüt (okul, üniversite vs), öğrenen öğretmen, öğrenen yönetici hatta öğrenen aile ile mümkün olacaktır.

Bilgi günümüzde hemen her alanın temel unsurlarından biri haline gelmiştir. Organizasyonların, kurumların ve her türlü teşebbüsün verimlilik, karlılık, etkinlik, üretkenlik ve yenilik üretme yeteneklerini belirleyen en temel değişkenin bilgi olduğu artık herkes tarafından kabul edilmektedir. Elbette ki, bilginin anlamlı ve stratejik bir değer olabilmesi ancak, ham veriden kullanılabilir bilgiye dönüştürülebilmesine ve bu bilginin doğru, güncel, eksiksiz ve anında erişilebilir olmasına bağlı olacaktır.

Bilgi işleri, tarım ve sanayi toplumlarının işlerinin aksine, yüksek vasıf gerektirmesi nedeniyle, nitelikli iş gücü gereksinimini ve daha uzun süreli eğitim sürecini zorunlu kılmaktadır. Tüm bunlar, bilgi edinme, bilgiyi kullanılabilir hale dönüştürme ve bu süreci işletecek personelin istihdamı gibi unsurların etkin bir şekilde planlanmasını zorunlu kılmaktadır.

Bilgi ve Entelektüel Sermayenin Yönetimi

Bilgi yönetimi; bilginin edinilmesi, paylaşılması, ve etkili bir biçimde kullanılması sürecidir (Davenport et al., 1998). Günümüzde örgütsel bilgi, bir organizasyonun en önemli varlığı olarak kabul edilmektedir. Ancak örgütsel bilginin sunduğu avantajlardan yararlanmak için onu etkin bir şekilde yönetmek gerekmektedir. Bilgi yönetimi temelde, bireylerin bilgisinin nasıl örgütsel bilgiye dönüştürüleceği ile ilgilenir ve genel olarak, örgütsel bilginin örgütün amaçları doğrultusunda etkin biçimde kullanılabilmesi için yapılması gerekenleri içerir (Kalkan, 2006). Bireylerin bilgili olması, bu bilginin örgütsel bilgiye dönüşmesi ve etkin bir şekilde yönetilmesi…

Bilgi yönetimi ile entelektüel sermaye arasında çok yakın bir ilişki vardır. Genel olarak işletmelerin pazar içindeki değerleri ile finansal değerleri arasındaki fark, entelektüel sermaye olarak nitelendirilmektedir. Kavramı ilk kez kullananlar entelektüel sermayenin iki bileşeni olduğunu ifade etmişlerdir; birincisi yapısal sermaye (markaların değeri, müşteri ilişkileri, patentler, süreçler), ikincisi ise insan sermayesidir. Bilgi yönetimi ise, işin değerini artırmak amacı ile hem yapısal sermayenin hem de insan sermayesinin yönetilmesi sürecidir. Bilgi yönetimi, daha çok değer yaratan bilginin elde edilmesi, paylaşılması, geliştirilmesi ve kullanılması ile ilgili olarak kullanılmaktadır (Yeniçeri, 2003).

Bu anlamda bilgi yönetimi; organizasyonun maddi olmayan varlıklarından değer yaratma sanatıdır. Bilgi sermayesi örgütün kaynaklarının bir parçasıdır. Örgütün kaynakları maddi ve maddi olmayan varlıklar olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi kaynaklar tipik olarak bir şirketin bilânçosunda gözüken kaynaklardır; nakit, binalar ve makineler. Entelektüel sermaye maddi olmayan varlıklar grubuna aittir.

Geleceğin eğitim liderinden beklenen önemli rollerden biri, entelektüel sermayeyi etkin bir şekilde yönetmek olacaktır. Başka bir ifadeyle insan kaynaklarının geliştirilmesi olacaktır. Okul yöneticisi her öğretmeni bir entelektüel kaynak olarak görmeli ve bu kaynağın yönetiminde ve değerlendirilmesinde ehliyet sahibi olmalıdır.

Entelektüel sermayenin yönetiminde öğrenen lider rolü her geçen gün daha da ön plana çıkmaktadır. Belki de geleceğin eğitim liderinde bulunması gereken en önemli özellik, öğrenme özelliği olacaktır. Çünkü geleceğin dünyasında hız, rekabet ve kalite örgütlerin öğrenme hızına bağlı olacaktır. Geleceğin eğitim liderlerinin en önemli görevi öğrenen ve sürekli gelişen okulu kurmak olmalıdır. Bu en temelde entelektüel bir çaba olacaktır. Böyle bir eğitim liderinin, gücü makamından değil, öğrenme kapasitesinden ve gelişme isteğinden kaynaklanacaktır.

Öğrenen okulda, yönetici kendini öğretmen ve öğrencilerin zihinsel potansiyelini geliştirmeye, onları yeni bilgi ve becerilerle donatmaya adamalı, sürekli bir gelişim içinde olabilmeleri için fırsatlar hazırlamalıdır. Günümüz eğitim dünyasında ortaya çıkan en büyük sorunlardan biri, öğrenmeyen ve gelişmeye kapalı öğretmenler ve bu öğretmenler tarafından yetiştirilen öğrenciler sorunudur. Böyle bir problem, toplam bilginin hemen her yıl ikiye katlandığı bir dünyada insanlar ve toplumlar için ciddi sonuçlara yol açacaktır. Tüm bunlar, entelektüel sermayenin yönetiminin maddi kaynakların yönetiminden çok daha önemli olduğunu göstermektedir.

Yeni şartlara uyum için dönüşüm kararı alan bir kurumda, karşı karşıya kalınan problemlerle düşünsel olarak ilgilenebilecek kapasitede insanların varolması gerekir. Dönüşüm, ancak böylesine bir kapasite fırsat ve olanakların sağlandığı kurumlarda gerçekleşir. Bu, üst yönetimin işidir.  Okul yöneticileri yönetim ekibini oluştururken sadece okuldaki sıradan işlerin yürütülmesini değil, bu türden bir entelektüel kapasite yaratmaya da özen göstermelidirler (Özden, 2005)

Öğrenen örgüt olarak yapılandırılmış bir okulda, okul yöneticisine düşen en temel görev; entelektüel lider olmak değil, okulunda varolan entelektüel potansiyeli harekete geçirmek ve bunun ortaya çıkması için çalışanlara gerekli fırsat ve desteği sağlamaktır. Yönetici, kurumunda çalışan personelin öğrenme ve kendilerini gelişme ihtiyacını karşılamak için onlara kaynak, bilgi teknolojileri, kütüphane, internet, bilimsel toplantılar, hizmet içi eğitim, lisans, yüksek lisans ve doktora düzeyinde eğitim, yurt içi ve yurt dışı geziler vs alanlarda imkân ve fırsatlar sunmalıdır.

Entelektüel kapasite, fikirlere değer verilen, fikir alışverişinin gerçekleştiği, okumanın ve kendini geliştirmenin yaygın olduğu, farkı düşüncelere yer verilen, girişkenliğin teşvik edildiği, yaratıcılığın ödüllendirildiği ortamlarda gelişir. Bu değerlerin egemen olduğu okul kültürünü oluşturmak, okul yöneticisinin en önemli görevidir. Bunun için yöneticinin, savunduğu değerlerin modeli olması gerekir. Herkes çalıştığı kurumda kendilerinden nelerin beklendiğini, nelere bakıldığını, nelere değer verildiğini bilir ve ona göre davranır. Fikirlere, yaratıcılığa, üretkenliğe, girişimciliğe değer verilen okullar, bu yeteneklerin zemin bulacağı ve yeşereceği yerler olacaktır (Özden, 2005)

Örgütsel Öğrenme ve Öğrenen Örgüt

Öğrenen örgüt, bilgiyi yaratma, edinme, yönetme ve aktarma, yeni bilgi ve kavrayışları yansıtmak için davranışlarını değiştirme becerisine sahip olan örgüttür. Öğrenen organizasyonlar, öğrenmeyi teşvik eden, çalışanları geliştirmeyi ön planda tutan, açık, iletişim ve yapıcı görüşmeye önem veren organizasyon yapısını esas alır (Çetin, 2003). Kısacası, öğrenen örgüt; öğrenmenin sürekli olduğu ve temel değer haline geldiği bir örgüttür.        

Etkili bir bilgi yönetim sisteminde, çalışanlar kolaylıkla bilgilere ulaşabilmeli, onları analiz edebilmeli ve çalışma arkadaşları ile işbirliği halinde çalışabilmelidirler. Böyle bir sistem bilgiye giden yolun herkese açık olmasını ifade ettiği kadar, bilgiyi elde etme ve paylaşma imkânlarını da içerir. Bu anlamda, açık yönetim kavramı, işletmede çalışanların işgal ettiği mevki dikkate alınmaksızın örgüt ile ilgili bilgilere kolayca ulaşabilmelerini ve onu kullanabilmelerini ifade eder.

Açıklık ya da açık yönetim, günümüzde örgütsel bir tutum olmaktan daha çok bir anlamda yönetimlerin çağdaşlıklarını, meşruiyetlerini ve demokratik olup olmadıklarını tayin eden bir işaret olarak da görülmektedir. Açık ve katılımcı yönetimlerde çalışanlara sadece bilgi ve belgelere ulaşma hakkı verilmekle kalmaz, aynı zamanda, örgütün politika geliştiren organlarının toplantılarına katılmak, görüş ve düşünceleri özgürce aktarmak, örgütsel amaçları birlikte belirlemek gibi imkânlarda verilir. Bu yaklaşım, katılımcı ve açık yönetimlerin temel belirleyicisi olarak kabul edilir.

Esnek, katılımcı, sorumlulukların paylaşıldığı ve ekip çalışmasının esas alındığı bir çalışma ortamının oluşturulması da çok önemlidir. Korku ve yaptırım uygulamaya dayalı bir çalışma ortamında, insanlar sorun çözmek için değil, sorun üretmek için bir araya gelirler. Katı bir hiyerarşik yapılanmaya sahip, Formaliteler içinde boğulmuş bir örgütü, öğrenen örgüte dönüştürmek hemen hemen imkânsızdır. Zira böyle bir kurumda, kuralları ve mevzuatı takip etmeye, bilimsel ve teknolojik yenilikleri takip etmekten daha çok vakit ayrılır.

Bilginin, bilgi edinmenin, okuma ve araştırmanın, inisiyatif kullanmanın teşvik edildiği bir kurum kültürü oluşturmak dikkate alınması gereken diğer bir unsurdur. Böyle bir kurum kültürü, mevcut çalışanları olumlu etkilediği gibi kuruma yeni katılanları da kısa sürede bu kültüre uyumlu hale getirecektir.

Örgütsel öğrenmeyi sağlayıcı diğer koşullar ise aşağıdaki gibi sıralanabilir.

1.      Esnek, katılımcı ve sorumlulukların paylaşıldığı bir yönetim modeli (Bilgi ve teknolojinin sürekli ve hızlı bir şekilde yenilendiği günümüz dünyasında örgütlerin, sadece birkaç üst düzey yöneticinin yetenek ve yetkinlikleri ile yönetilmesi dönemi artık çok gerilerde kalmıştır),

2.      Bir vizyon ve bu vizyon çerçevesinde oluşturulmuş bir stratejiye sahip olmak,

3.      Sağlıklı ve etkin bir iletişim ortamının sağlanması,

4.      Üretkenliği, gelişmeyi ve risk almayı teşvik eden bir kurum kültürü oluşturulması,

5.      Gerekli doküman, teknoloji ve kaynağın sağlanması,

6.      Öğrenmeyi hızlandırıcı organizasyon ve faaliyetlerin gerçekleştirilmesi.

Örgütsel Öğrenmenin Engelleri

Öğrenen bir toplum ya da kültür ortamında öğrenen bir örgüt oluşturmak kolaydır. Zira varolan uygun altyapı bu girişimi besler. Ancak, toplum olarak maalesef öğrenen bir toplum değiliz. Kendi dilimizi bile birkaç yüz kelimeyle konuşuyoruz. Kitap okuma oranı, kâğıt tüketimi, yıllık çıkan kitap sayısı vs. açısından gelişmiş toplumların çok gerisindeyiz. Sahip olduğumuz kitle kültürü ve toplumsal kültür öğrenmeyi özendirmiyor. Dolayısıyla, sık sık sorulan ve şikâyetçi olunan “öğretmenlerimiz ve okul yöneticilerimiz neden öğrenmiyor” sorusunun cevabını öncelikle toplumsal kültürümüzde aramak lazım. Sonuçta, öğretmen ve yönetici de öğrenmeyen bir toplumun üyesidirler. Oysa öğrenmenin bir yaşam biçimine dönüştüğü bir toplumsal Formasyonda durum çok farklı olacaktır.

Toplum olarak, yazılı bir gelenekten ziyade sözlü bir geleneğe sahibiz, konuşmayı, tartışmayı, sohbeti, şiiri; düşünmeye, okumaya ve yazmaya tercih ediyoruz. Amerika’da büyük üniversitelerin bahçesini süsleyen, ünlü heykeltıraş Rodin’in “düşünen adam” heykeli bizde bir akıl hastanesinin bahçesini süslüyor. Bu, düşünmekle delilik arasında bir ilişki olduğunu ve düşünmekten uzak durmak gerektiğini ima etmek değil de nedir? Deli olma korkusuyla okuma ve düşünme melekemizi, başımıza iş açma korkusuyla merak duygumuzu ve öğrenme isteğimizi körelten bir toplumsal kültüre sahibiz. Üniversitede çok çalışanlarımıza ‘inek’ diyor, entelektüel bir çaba ve merak içinde olanlarımıza ‘entel’ ön adlı sıfatlar yakıştırarak alay konusu ediyoruz. Açıktır ki, böylesi bir toplumsal Formasyonda öğrenme isteği, merak duygusu, okuma alışkanlığı, ilim sevgisi ve analitik düşünme gibi melekelerin gelişmesi oldukça zor olacaktır. Öğrenen örgüt ve öğrenen liderler bu engelleri aşmanın da yollarını bulabildikleri oranda başarılı olacaklardır.

Öğrenen okulu ya da öğrenen örgütü oluşturmada karşılaşılan engellerden biri de yönetici pozisyonundaki kişilerin öğrenen yönetici olmamalarıdır. Birçok eğitim kurumu, maalesef kişisel yetmezlik problemi yaşayan, okuma, araştırma ve öğrenme ile ilgisini çoktan kesmiş, yöneticiliği “vaziyeti idare etmek” olarak anlayan kişi ya da kişiler tarafından yönetilmektedir. Bunun en temel sebebi ise; bu eğitim kurumlarının başına getirilen yöneticilerin seçim yerine atama yoluyla belirlenmesidir. Artık, muhtarın bile seçimle belirlendiği günümüzde, ne yazık ki, eğitim kurumlarının yöneticileri atama ile belirlenmektedir. Bu, aşılması gereken bir problemdir. Zira bir kurumu ya da örgütü yönetici ya da yöneticilerine rağmen dönüştürmek mümkün değildir.

Ülkemizin çoğu eğitim kurumlarında, kendini okumaya, araştırmaya, öğrenmeye ve bu yolla öğrencilerine ve çevresine daha çok katkı sağlamaya adamış, özveri ile çalışan binlerce yönetici ve öğretmenimizin varlığının yanı sıra, kendilerini geliştirme doğrultusunda hemen hiç bir çaba göstermeyen, mesai tamamlamaya odaklanmış, yönetici ve öğretmenlerimiz de vardır. Aylarca kitap okumayan, yıllarca bir bilimsel toplantı ya da etkinliğe katılmayan müdür ve öğretmenlerimizin sayısı ne yazık ki azımsanacak gibi değildir.

Bilginin her yıl ikiye katlandığı bir dünyada, bir öğretmen ya da yöneticinin var kalmaya devam etmesi ancak, gelişmeye devam etmesi ve öğrenen birey olmasıyla mümkündür. Toplumun öğrenmeyen yönetici ve öğretmenlere uzun süre tahammül etmesi mümkün değildir. Zira bunun toplumsal bedeli oldukça ağırdır. Bu anlamda, okuttuğundan çok okumayan, öğrettiğinden çok öğrenmeyen bir kişinin öğretmenlik ya da yöneticilik yapmaya devam etmesine izin verilmemelidir.  

Öğrenen örgütü gerçekleştirmenin önündeki diğer ciddi bir engel ise, örgütlerin sahip olduğu katı bürokratik yapıdır. Bu bürokratik yapı, çoğu zaman karar alma ve öğrenme ortamları oluşturma imkânlarını sınırlamaktadır. Bunu aşmanın yolu ise, daha esnek bir yapı ve ilişkilerin güven üzerine kurulu olduğu bir örgütsel ortam oluşturmaktan geçer. Katı bir hiyerarşik yapılanmaya sahip, Formaliteler içinde boğulmuş bir örgütü, öğrenen örgüte dönüştürmek hemen hemen imkânsızdır.

Eğitim kurumlarımızdaki örgütsel öğrenmeyi zorlaştıran ya da engelleyen diğer bir unsur da, öğretmenlerimizi ve müdürlerimizi öğrenmeye motive edecek, çalışanı çalışmayandan ayıracak bir ödüllendirme ve terfi sisteminin olmamasıdır. Bu anlamda bir motivasyon güçlüğü söz konusudur. Örgütsel öğrenmenin bir özendirme sistemine dayandırılması bu sorunun çözümünü kolaylaştırabilir.

Öğrenmeye yönelik gösterdikleri çabanın karşılığında ödüllendirilen öğretmenler, gerek bireysel olarak ve gerekse grup halinde öğrenme isteği duyabilirler. Ancak, bu uygulama, yapılan bir sınavı geçenlere unvan vererek, aynı işi yapan öğretmenler arasında farklı statülerin oluşmasına ve öğretmenler arasındaki uyumun bozulmasına yol açmak yerine, belli dönemlerde (5 yılda bir) yapılan sınavları geçen herkese unvan vermeksizin, “Akademik Katkı Payı” benzeri bir ad altında bir ödeme (1/5 maaş gibi) yapılması daha isabetli olacaktır. Dil tazminatı uygulamasında olduğu gibi…

Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin de işaret ettiği gibi, bir insan temel ihtiyaçlarını gidermeden bir üst ihtiyacı karşılamaya yönelmez. Bu hiyerarşi; fizyolojik ihtiyaçlar (yeme, içme, barınma), güvenlik ihtiyaçları (geleceği garantiye alma, iş garantisi, sigorta vs), aidiyet ihtiyacı (bir gruba ait olma ve sevilme), değer ihtiyacı (saygı görme, prestij, başarı), kendini gerçekleştirme (hedeflerine ulaşma, kişisel gelişim, yaratıcılık, icat, keşif, buluş, limitlerine ulaşma, entelektüel birikim) şeklinde bir sıralama izler.

Okuma, araştırma, üretkenlik, sürekli gelişim, icat ya da buluş yapma ve entelektüel birikim vb ihtiyaçlar, söz konusu hiyerarşide piramidin tepesini oluşturan “kendini gerçekleştirme” alanıyla ilgili ihtiyaçlardır. Açıktır ki, daha alt düzey ihtiyaçlar gerçekleştirilmeden bu ihtiyaçlar tam olarak gerçekleştirilemez.

Bu anlamda, başta MEB olmak üzere içinde bulunduğu organizasyonu öğrenen örgüte dönüştürmek isteyen her yönetim, öncelikle çalışanlarını söz konusu temel gereksinimler konusunda tatmin etmelidir. Onlara yeterli maddi imkânlar ve iş güvencesi sağlamalı, onların gelecek kaygılarını minimum düzeye çekmeli, onları organizasyonun saygın ve değerli birer üyesi olarak kabul etmeli, sevinçlerinde ve kederlerinde onların yanında olmalı ve karar alma süreçlerine onları da katmalıdır. Bu şartların sağlandığı ve yeterli güdülemenin yapıldığı her ortamda insanlar öğrenme sürecine gönüllü olarak katılacaktır.