Ağrı İnsanı, Ahmed-i Hani ve Aşka Dair…

 

Her şey değerli dostum Abdullah Kayhan Beyin “Hocam! Ağrı Belediye Başkanına senin adına bir söz verdim” demesiyle başlamıştı. Hayır mı? sorum üzerine devam eden konuşmalar sırasında Ağrı Belediye Başkanı Sayın Hasan Aslan ile Abdullah Bey arasında 1980’li yılların başlarına uzanan bir hoca öğrenci ilişkisi olduğunu ve son zamanlarda yaptıkları bir görüşmede, Ağrı’da bir program talebiyle konunun gündeme geldiğini öğrendim.

İşlerimizin yoğunluğu sebebiyle yaklaşık bir aylık ertelemeden sonra Ramazan öncesi bir sabahın ilk ışıklarıyla yola çıkmıştık. Toplam dört kişiyiz. Gezinin diğer iki sakini ise İHL Müdürü İhsan Gençay Bey ve Rıfat Bayram Bey… Seyahat güzergahımızı Malatya, Elazığ, Bingöl, Çat, Karlıova, Erzurum ve Ağrı şeklinde planlamıştık. Malatya’da oldukça erken saatlerde başlayan ve Bingöl’de İhsan Beyin kızı ve damadının evinde “bir kuş sütü eksikti” türünden bir sabah kahvaltısıyla bölünen yolculuğumuz belli aralıklarla verdiğimiz molaların sonunda öğle sonrası saat 14.00 sularında Ağrı girişinde başkan bey ve arkadaşlarıyla buluşmamızla son bulmuştu.

Dost ve arkadaş ziyaretleri, konferans programı, İshak Paşa Sarayı ziyareti, piknik programı, kâh muhabbet, kâh başta Kürt sorunu olmak üzere ülkenin sorunları üzerine yapılan tartışmalar, kâh şehircilik üzerine yapılan sohbetler olmak üzere dostluk ve vefa duyguları sarmalında dolu dolu geçen iki gün…

Bu gezide Abdullah Kayhan Beyin Ağrı’da tam bir fenomen olduğuna, her gün rutin ilişkiler silsilesi içinde dostluğumuzu sürdürdüğümüz bir arkadaşımızın Ağrı’da adeta bir sevgi seli ile karşılanıp, iki gün boyunca nasıl baş tacı edildiğine şahit oluyoruz.

Bu durum, hep mertliği ve dürüstlüğü ile tanıdığım Ağrı insanı adına vefa, Abdullah Bey adına geçmişte bırakılan derin ve anlamlı izler, bizler adına ise bir arkadaşımızın geçmişine ve geçmişte yaptıklarına tutulan bir ayna anlamı taşıyordu. Abdullah Bey etrafında oluşan sevgi halesine gıpta etmemek mümkün değildi doğrusu… Abdullah Beyin ilk öğretmenlik tecrübesini yaşadığı Ağrı’dan ayrıldıktan yaklaşık on beş yıl sonra bile Ağrı’daki öğrencilerinden habersiz, bir geceliğine Ağrı’ya gelerek görev yaptığı okulun bir sorununa müdahil olup, çözümüne katkı sağlayarak, aynı gün geri döndüğünü öğrenince bu ilginin sebepsiz olmadığını anlıyoruz.

Gerçi tam bunları düşünürken aslında BİLSAM üyesi çok sayıda öğretmen arkadaşımızın her birinin geçmişinde bir Ağrı olduğunu hatırlıyoruz. Her ne zaman bir sohbet ortamında Reşadiye, Yusufeli, Urfa, Sinop, Tekirdağ vb isimlerden biri geçse mutlaka bir arkadaşımızın kalp atışlarının hızlandığını hissederiz. Dahası bunu belirli aralıklarla bu bölgelere yapılan ziyaretlerden ve bu bölgelerden gelen misafirlerden biliriz.

Ahde vefayı, dostluğu, arkadaşlığı, tevazu ve samimiyeti bir yaşam tarzına dönüştürmüş insanların arasında geçen iki gün… Doğu ikliminin dost yüzlü, doğru sözlü, vakur duruşlu, ince ruhlu insanları…

Eğitimcilik, sendika yöneticiliği ve akademisyenlik tecrübelerinden sonra şimdilerde daha büyük bir sorumluluğun altına girmiş, alabildiğine doğal, samimi, mütevazi bir kişiliğe, mücadeleci bir ruha ve pratik bir zekaya sahip Ağrı Belediyesinin genç başkanı Hasan Aslan… Başkan beyden gerçekleştirmeyi düşündüğü projeleri dinlerken orta vadede Ağrı’da çok şeylerin değişeceğini düşünmeden edemiyor insan doğrusu.

Yine, bir önceki dönem milletvekilliği yapmış olmasına rağmen siyasetin erozyona uğratan yanından hiç etkilenmemiş, samimiyeti ve açık sözlülüğüyle insanlar arasında saygın bir konumu olan, karşılaşınca 1990’lı yıllarda doktora amaçlı bulunduğum Konya’da bir vesileyle tanıştığımızı hatırladığım Dr. M. Kerim Yıldız. Kerim beyin bir akşam sohbetinde “sevgi” kavramıyla ilgili yaptığı ve zihnimizde yeni açılımlara yol açan o enfes yorumunu kolay kolay unutmayacağız sanırım. 

Tanıştıkları insanlarda dostluk, vefa, samimiyet ve fedakârlık olguları üzerinde yeniden düşünme ihtiyacı oluşturan ve ilgi, alaka ve dostluklarını hiç unutamayacağımız Cesim Gökçe ile Ahmet Eraslan Beyler… Cesim bey aynı zamanda, Erzurum’da fakülte yıllarında tanıştığımız ve ülke sorunları üzerine uzun uzun sohbetler yapıp beraberce tezler ürettiğimiz bir dost. Hocası olan Abdullah beyle tanışıklığı ise lise yıllarına dayanıyor.

Başkan Beyin evinde üç saatten fazla süren sohbet sırasında katılımcılara unutamayacakları eğlenceli bir akşam yaşatan, kendisiyle bir süre sohbet edince, espri, fıkra ve anekdotlarını dinleyince rahatlıkla ünlü komedyen Cem Yılmaz ile kıyaslayıp hangisi acaba? sorusunu sorabileceğiniz, aynı zamanda Kuran hafızı, emekli öğretmen Salim Şenlik… Nam-ı diğer Şenlik Salim…  

Engin kültürü, mütevazi kişiliği, çok muhtemel bölgenin en çok dil bilen insanı Muhlis Lordoğlu… Doğu Beyazıt’a yolu düşen herkese ne yapıp edip, İshak Paşa Sarayını Muhlis Beyle birlikte gezme imkânı bulmasını öneririm… Biz bu imkânı Cesim Bey ve Muhsin Bey dostluğuna borçluyuz doğrusu… İshak Paşa Sarayını Muhlis beyden dinlerken bir önceki gün Ağrı’da kalabalık bir gruba sunduğum konferansın konusu olan “Şehir ve Medeniyet” ilişkisi hakkındaki bilgilerimin, salt teorik bilgiler olmaktan kurtulup bilince dönüşmekte olduğunu hissedecektim. Muhlis bey sayesinde bu sarayın her taşına kazınan, her köşesinden fışkıran bir medeniyet tasavvuruna şahit olmuştuk.   

Yine reis muavini Ömer Çelik ve Tekin Ergül beyler, M. E. Şube Müdürü Bekir Taştan Bey, İHL Müdürü Mustafa Bey, Eğitim Bir Sen Şube Başkanı Süleyman Gümüşer, dost canlısı tavırlarıyla Muzaffer Bey, Abdullah beyin Ağrı’da olduğunu duyunca Van’dan kalkıp gelen Dr. M. Nuri Acar bey, Ahmet Hoca ve isimlerini sayamadığım diğer dost yüzlü insanlar...

Nasıl ki her medeniyetin kendine özgü bir insan, eşya, hayat ve ölüm anlayışı varsa aynı zamanda bir de şehir anlayışı vardır. Bir şehri ve orada yaşayan insanları tanımak bir medeniyeti tanımaktır aslında… Medeniyet ile insan arasında olan ilişkinin bir benzeri ise insan ve şehir arasında vardır.    

Öteden beri şehir ile insan arasında ontolojik bir ilişki ve etkileşim var olagelmiştir. İnsanlar şehirleri şehirler de insanları etkiler. Nasıl ki insanlar şehirleri şekillendiriyorsa, şehirler de zamanla insanları şekillendirir. Bu yönüyle şehir, binası olmayan bir okul, kitabı olmayan bir kütüphane gibidir. Şehirde ne varsa insanda da aynısı vardır. Bu anlamda denilebilir ki, eğer güzel insanlar yetiştirmek istiyorsak öncelikle güzel şehirler kurmak gerekir. Dahası doğunun büyük filozofu İbn-i Haldun’dan beri coğrafya ve iklim gibi unsurların da insanlar üzerinde etkili olduğunu biliyoruz.  

Bundandır Ağrı’ da tanıştığımız insanların Ağrı Dağı kadar yüksek bir ruha, İshak Paşa sarayı kadar asil bir duruşa ve Ahmed-i Hani kadar aşk ehli bir gönüle sahip olmaları… Dahası bu, tüm şehirler için geçerlidir. Malatya insanının Battal Gazi’nin civanmertliğinden, Niyazi Mısri’nin hoşgörüsünden, Somuncu Babanın cömertliğinden, Turgut Özal’ın vizyonundan, İsmet İnönü’nün siyaset anlayışından, Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk yaklaşımından, Hamido’nun pervasız cesaretinden, Şemsi Belli’nin politik üslubundan ve Sait Çekmegil’in diyalektiğinden izler taşımadığını kim iddia edebilir ki. Neyse konu Malatya değildi.

Söz buraya gelmişken büyük düşünür, gönül adamı ve aşkın aşığı Ahmed-i Hani’den bahis açmamak eksiklik olur doğrusu…

Yaşam ve özgürlük değerlerini en yüce ve asil değerler olarak kabul eden ve yazmış olduğu Mem u Zin isimli aşk eseriyle Firdevsi`nin Şahname, Shekaspeare`in Romeo ve Juliet ve Nizami`nin Leyla ve Mecnun eserleri düzeyinde evrensel nitelikte bir yapıt ortaya koymuş bir filozof ve bilge kişilik olan Ahmed-i Hani, kendi yaşadığı dönemde insana ve insanî olana değer verilmeyişine ve insanî olanın yerine materyalizmin ikame edilmiş olmasına tepki gösterir. Ahmed-i Hani, insanî tecrübenin en temel kategorileri olan felsefe, edebiyat ve bilime kimsenin ilgi göstermemesini ve maddiyatın her şeyin ölçüsü haline getirilmesini en merkezî insanî sorun olarak değerlendirir. Çünkü materyalizm, insanî olan her şeyi yani maneviyatı, özgürlüğü, yaşamı ve aşkı tüketmekte ve yozlaştırmaktadır. Ahmed-i Hani, sadece kendi döneminin materyalizmine değil, bütün zamanların materyalizmine ve tüketiciliğine karşı yazmayı, öğrenmeyi ve olgunlaşmayı, manevî ve insanî bir karşı koyuş biçimi olarak ortaya koyar. Mem u Zin hikâyesi, Ahmed-i Hani`nin bütün zamanların materyalizmine karşı yazdığı bir reddiyedir (Sambur, 2009).

Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Ferhat ile Şirin, Mem ile Zin… tüm bu çiftlerin doyumsuz ve derin aşklarının asıl membaı ilahi aşktır… Bir insana âşık olmanın sonucu olarak iç dünyanın zenginleşmesi, ruhun olgunlaşması, duyguların coşması sonucu ilahi aşkla tanışma ve beşeri aşkın çok ötesine geçme… Leyla ile çıkılan yolun sonunda Mevla ile buluşma… İşte gerçek aşk budur. Bu anlamda, hamlıktan olgunlaşmaya, sığlıktan derinleşmeye, tenden tine, beşerlikten insanlığa doğru çıkılan yolculuğun adıdır aşk… Bu yüzdendir aşkla tanışmamış, aşkı yaşamamış, yüreğinde fırtınalar, tufanlar kopmamış insanlardan ne büyük idealist, ne de büyük dava adamı olur…

Aşkla tanışanlar maddenin, servetin ve dünyanın köleleştirici etkisinden daha kolay kurtulabilirler ve ona daha kolay meydan okuyabilirler. Zira onlar zenginliğin çok daha anlamlısını keşfetmişlerdir. Aşkla tanışanlar varlığı ve var oluşu daha iyi duyumsarlar. Zira kalpleri yumuşamış, ruhları incelmiş, iradeleri güçlenmiş, zekâları keskinleşmiştir. Bu yüzdendir aşkla tanışanların yolunun Allah’a çıkması. Aşkın ve ihlasın anlamını kavrayanlar, Allah’ı kolayca tanır ve bilirler. Büyük düşünür A. Şeriati’nin ifadesiyle âşıklar için Allah’ın varlığını hissetmek ve her yerin onunla dopdolu olduğunu duyumsamak bir gülün kokusunu koklamak kadar kolaydır.

Aşkla tanışanlar zalimin karşısında durma, mazlumun yanında olma konusunda perva etmezler. Zira onlar ayrılığın acısını, kaybetmenin korkusunu çok daha derin yaşamışlardır. Aşkla tanışanlar özgürlüğün anlamını daha iyi kavrarlar, zira onlar daha anlamlı bir bağ uğruna tüm bağlardan kurtulmayı ve özgürleşmeyi başarmışlardır. Aşkla tanışanlar çok daha cömert olurlar, zira onlar en asil duygularla sevdikleri maşuk için her şeyden vazgeçmeyi, tüm varlığını vermeyi çoktan göze almışlardır.

Eğer bir insan cimrilik ediyor, dünya malını yığdıkça yığıyor, insanların emeğini sömürüyor, gücün karşısında eğilip bükülüyor, insan üzerine, eşya üzerine, hayat ve ölüm üzerine kafa yormuyor, ideallerden ve toplumsal duyarlıklardan habersiz yaşıyorsa, bu durum onun hayatında gerçek manada ne Leyla’nın ne de Mevla’nın yer almadığını gösterir. Bu kişi ne bir çiçeği, ne bir böceği aşk ile sevmemiş demektir.

Bu anlamda aşk insana fedakârlığı, cömertliği, diğergamlığı, insana ve onun emeğine saygıyı öğretir. Belki kor olur yakar, ateş olur kavurur ama aynı zamanda pişirir,  olgunlaştırır, derinleştirir, saflaştırır ve deni olan tüm bağlardan kopararak özgürleştirir.  Olgunlaşan bir meyvenin bağlarından kopup özgürleşmesi misali… Bu yüzdendir ki birçok filozof ve gönül adamı sürekli aşk, başkaldırı ve özgürlüğü birbiriyle ilişkilendirmişlerdir.   

         “Aşksız hayat, çiçeksiz ve meyvesiz bir ağaç gibidir. Güzellik olmaksızın aşk kokusuz çiçekler ve çekirdeksiz meyveler gibidir… Hayat, aşk ve güzellik… Çarpıtma ve ayrılık kabul etmeyen, bağımsız, sınırsız bir tek cevherin üç esasıdır.

          Başkaldırısız bir hayat, ilkbaharı olmayan mevsimler gibidir. Haksız başkaldırı kurak ve çorak bir çöldeki bahar gibidir. Hayat, başkaldırı ve hak… Ayrılık ve çarpıtma kabul etmeyen bir tek cevherin üç esasıdır.

          Hürriyetsiz hayat ruhsuz beden gibidir… Hayat, hürriyet ve fikir… Yok, olmayan ve yıkılmayan ezeli bir tek cevherin üç esasıdır.

         Aşk ve onun doğurduğu başkaldırı ve onun vücut verdiği hürriyet Allahın görünümlerinden üç görünümdür. Allah âlemin sırrıdır”(Cibran, 2007).

Ahmed-i Hani de tüm ihtilaflarımızın, çatışmalarımızın, cehaletimizin ve açmazlarımızın ancak aşk, umut ve inançla aşılabileceğini söyler. Ahmed-i Hani’nin bu çağrısı kim bilir belki faili meçhuller, cinayetler ve terör gibi ürkütücü kavramlarla kuşatılmış Kürt sorunu için de bir çıkış yolu olur. Doğu Beyazıt’dan Ağrı’ya dönüş sırasında, Muhlis Bey tarafından hediye edilen Ahmed-i Hani’nin ünlü eseri Mem u Zin’i okurken insan bunları düşünmeden edemiyor.

Nasıl olur da bu kadar derinlemesine aşkların yaşandığı, insan adına, eşya adına, hayat ve ölüm adına külliyat mesabesinde eserlerin ortaya konulduğu bu güzelim coğrafyada insanımız arasına bu kadar mesafe girer. Nasıl olur da bu güzelim topraklar terör olayları, faili meçhuller ve cinayetlerle anılır olur. Nasıl olur da bu ülkenin zenginliği olan ırklarımız ve mezheplerimiz bir kavganın ve ayrışmanın sebebi olabilir. Sanırım bundan kurtuluşun yolu daha çok özgürlük, daha çok hoşgörü, daha çok empati, daha çok okuma, öğrenme, olma olgunlaşma ve daha çok Mem, Zin, Kerem, Aslı, Ferhat, Şirin, Leyla ve Mecnun…   

Tüm bu duygu ve düşünceler harmanında iki gün geçirdiğimiz Ağrı’dan yeni dostlar edinmiş ve bazı eski dostlukları yenilemiş olarak ayrılıyoruz. Bu güzel insanlarla tanışmak, dost olmak ve daha önemlisi ise dost kalmaya devam edeceğini bilmek gerçekten güzel bir duygu… Her şey için teşekkürler Ağrı ve Ağrı’nın güzel insanları…

Sambur, B., 2009. Aşkın Gücüne İnanan Filozof: Ahmed-i Hani. Zaman Gazetesi, 22.08.2009

Cibran, H., 2007. Fırtınalar. Kaknüs Yayınları

Şeraiti, A., 2009. Dua. Fecr Yayınları, Ankara.