Nasıl ve Neden Bu Hale Geldik…

 

Bundan yaklaşık 1400 yıl önce Arabistan yarımadasının Mekke Şehri yakınlarındaki Nur Dağında bir insan, dağların, yerlerin ve göklerin bile üstlenmekten çekindiği büyük bir sorumluluğu üstlenmişti. “Oku” denilmişti O’na ve O da yaratan Rabbinin adıyla okumaya başlamıştı. O andan itibaren artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. 

Allah Teâlâ’nın peygamberler, salihler, şehitler ve müminler eliyle tarihe ve yeryüzüne müdahalesinin adı olan İslam, geldiği günden bugüne dünyanın en belirleyici unsuru olageldi.

Rahmetli İsmail Raci Faruki’nin ifadesiyle “dünyayı cennete dönüştürme projesinin adı” olan İslam, vicdanlara hapsedilmek için değil, statükoya karşı çıkmak, dünyayı değiştirmek, hayata müdahil olmak, hatta hayatı yeniden inşa etmek için gelmişti.

Nitekim öyle de oldu ve İslam, tarihte en kısa sürede en fazla etkiye yol açan bir mesaj, bir din, bir disiplin ve bir medeniyet olarak ortaya çıktı. Yüzlerce yıl boyunca bilim, kültür, sanat ve medeniyet adına ne üretildiyse, neredeyse tamamına yakını Müslümanlar tarafından üretildi. Dünyanın en güzel şehirlerini Müslümanlar kurdu, Dünya’nın en büyük kütüphaneleri İslam şehirlerini süsledi.

Dünya Müslümanlar eliyle bilim, kültür, sanat, matematik, fizik, astronomi, tıp ve daha birçok alanda yeni açılımlara sahne oldu. Öyle ki bir batılı tarihçinin ifadesiyle “Eğer 1000’li yıllarda Nobel Bilim Ödülleri veriliyor olsaydı, ödüllerin tamamına yakını Müslüman bilginlere giderdi.” Çünkü Kur’an, o zamanlar, Müslümanların sadece duygularını ateşlemiyor, aklını, ruhunu, zihnini ve entelektüel kapasitesini de harekete geçiriyordu.

İlk 20-30 yıl içinde Roma ve Bizans’ın bölgedeki bütün ilim ve kültür merkezleri Müslümanların eline geçti. Hint, Mısır, Çin ve Yunan Medeniyetlerinin bütün birikimi İslam dünyasına taşındı. 100 yıl süren resepsiyon ve asimilasyon sürecinden sonra yaklaşık 500 yıl süren telif dönemine girildi. C. Meriç’in ifadesiyle “Batı katedrallerde şarkılar mırıldanırken, Müslüman doğu büyük bir medeniyet inşa ediyordu.”

İslam medeniyetinin sınırları 632’de yani daha Hz. Peygamberin sağlığında Türkiye’nin üç katı büyüklüğe ulaştı. Onun irtihalinden sonra ise İslam coğrafyasının sınırları 634’de Suriye’ye, 635’de Anadolu’nun güney sınırlarına, 637’de Irak’a, 641’de Mısır’a, 642’de İran’a, 649’da Kıbrıs’a, 652’de Sicilya sahillerine, 676’da Semerkant’a, 710’da ise İspanya’ya dayandı. 674 ve 678’de olmak üzere İstanbul iki kez kuşatıldı. İslam ordusu, peygamberden sonraki 40 yıl içinde dönemin en büyük askeri ve deniz gücüne dönüştü. 

Diğer medeniyetlerin aksine, İslam medeniyeti çoğulcu bir medeniyet olarak ortaya çıkmıştı. Kuruluşunda, başat rol Müslümanlara ait olmakla birlikte, Müslüman olmayan birçok unsur da sorumluluk üstlenmişti.

Bundan daha 60-70 yıl öncesine kadar bugünün özgürlükçü geçinen bazı ülkelerinde safkan ırk arayışları sürerken ya da siyah ve beyaz insanlar aynı otobüste seyahat edemez, aynı lokantalarda yemek yiyemezken, İslam yüzyıllar öncesinden bu sorunu kökünden çözmüş; insanları bir tarağın dişleri gibi eşit kabul etmiş; onları ya dinde kardeş ya insanlıkta eş olarak görmüş; renklerinin ve dillerinin farklılığını sadece ve sadece bir tanışma aracına indirgemişti.

Fakat gün geldi, köprünün altından çok sular aktı ve sonunda rahmetli C. Meriç’in ifadesiyle “Bir aslan medeniyeti, bir tilki uygarlığına yenik düştü.” Zira İslam coğrafyası olarak Allah’ın bize bahşettiği akıl ve irade nimetini unutmaya başlamıştık.

Muhammed İkbal’in de ifade ettiği gibi “İslam, insanoğlunun Allah ile birlikte yaptığı tarihsel yürüyüşün adıdır.” Gün gelmiş Allah Teâlâ, adeta, insana, “Sen, artık reşitsin, bundan sonra vahyin ilkeleri ışığında kendi başına bu yolda yürüyebilirsin.” diyerek vahyin kapısını kapatmış, ona bir hedef göstermiş, aklına, iradesine, yüreğine güvenerek ve vahyin temel ilkelerine uyarak yolun bundan sonraki kısmını yalnız yürümesini istemişti. Zira Allah, insanın reşit olmasını istiyordu, oysa sürekli vasiye ihtiyaç duyan insan reşit olamazdı.

Fakat sorun şu ki; dünyanın bazı bölgelerinde bazı insanlar ve toplumlar Allah’ın akıl ve yürek nimetine sarılarak yola çıkmış ve bu yolculuğuna hâlâ devam ederken, biz Müslümanlar bir süre yürüdükten sonra durmuşuz. Üstelik tekrar yola çıkmak gibi bir niyetimiz de yoktur. Zira reşit olduğumuza inanmıyor, aklımızı ve irademizi kullanmamakta ısrar ediyoruz.

Birçok toplum siyaset, ekonomi vb. alanlarda eşitlikçi, katılımcı ve adil modeller geliştirip yollarına devam ederken biz dönüp dönüp arkamıza bakıyor ve birilerinin gelip tekrar elimizden tutmasını bekliyoruz. Sürekli, aklımızı ve irademizi kendisine teslim edip rahatlayacağımız bir mehdi ya da kurtarıcı arayışı içindeyiz. Özgür ve irade sahibi olmanın yükünü taşıyamıyoruz.     

İslam coğrafyası olarak hâlâ atalarımızı aşabilmiş değiliz, hâlâ insanlıkla ve İslamlıkla asla bağdaşmayacak olan krallığa, sultanlığa ve tek adamlığa dönmenin yollarını arıyoruz. Oysa yüzlerce yıldır bu ve benzeri rejimlerden çekmediğimiz kalmadı,  bazı istisnalar dışında her şey bu yönetimler elinde geriledikçe geriledi, yenilgiden yenilgiye bozgundan bozguna uğradık.

İslam, insanı veliyullah (Allah’ın velisi, dostu, yoldaşı) olarak görürken, onlar insanları köleleştirdiler. Allah – insan ilişkisini “velayet” ilişkisi olmaktan çıkarıp “efendi – köle” ilişkisine; yöneten-yönetilen ilişkisini de bir “eşitler arası sözleşme” ilişkisi olmaktan çıkarıp “çoban-sürü” ilişkisine dönüştürdüler.

İslam, yöneticilerinizi seçimle belirleyin ve yönetirken şura ile yönetin derken, onlar saltanat ve hanedanlıklar kurdular, monarşinin her türlüsünü meşrulaştırdılar ve kendilerini sınırsız yetkilerle donattılar. 

İslam, zandan sakının, öldürmeyin, çalmayın derken, onlar siyaseten katl mekanizmaları geliştirip, ilgili ilgisiz insanları katlettiler ve kamu kaynaklarını kişisel çıkarlarına âmade kıldılar.

İslam, barışı esas alın, size saldırmayanlara siz de saldırmayın, Allah azgınları sevmez derken, onlar ganimet uğruna savaşlar çıkardılar, milyonlarca insanımızın ölümüne yol açtılar, ölenlere de şehit dediler.

İslam düşün, oku, araştır, öğren derken, onlar halkları bilim, kültür, sanat ve teknolojiden uzak tuttular.

İslam, mülk Allah’ındır derken, onlar yeryüzünü mülk, insanları da tebaa edindiler, dahası kendilerini Allah’ın gölgesi ilan ettiler.

İslam, kölelerinizi özgürleştirin derken, onlar köleleri özgürleştirmek bir yana, özgür insanları köleleştirdiler, sarayları cariyelerle doldurdular ve bu topraklara köleliği en son yasaklayan coğrafya olma zilletini yaşattılar.

İslam, raina (bizi koyun sürüsü gibi güt) demeyin, unzurna (bizi gözet, bizi dikkate al) deyin derken, onlar insanları reayalaştırıp, sürüleştirdiler, kullaştırdılar.

İslam, insanların namazı ve orucu sizi aldatmasın, asıl siz onların parayla ilişkisine bakın derken, onlar sadece ritüelleri öne çıkarıp ezen-ezilen, zalim-mazlum, hak-batıl gibi asıl çelişkileri gizlemeye çalıştılar…

İslam mütevazı olun, insanlarla aranıza fark koymayın derken, onlar saraylar yaptırıp, lüks ve konfor içinde bir hayat sürdüler. 

Maalesef insanların çoğu da bu zillete razı oldu, sessiz kaldı, onayladı hatta desteklediler. Böylece mazlumken zalim, mustazafken müstekbir oldular. 

Bugün, İslam dünyasının eğitim ortalaması diğer dünyanın neredeyse yarısı kadar, dünya nüfusunun %24’ünü oluşturmamıza rağmen GSYH ve ihracattaki payımız %8 civarında. Bunun da üçte ikisi petrolden oluşuyor. Petrol gelirlerinin yarısı silahlanmaya gidiyor. Dünya ileri teknoloji ihracatındaki payımız %1’in altında. Dünyadaki ilk 500 üniversite, 500 küresel marka ve 500 yüksek teknoloji firması arasında neredeyse yok gibiyiz.  

Coğrafyamız, dünyada en fazla mülteci veren coğrafyadır. Her yıl on binlerce, yüzbinlerce insanımız ülkelerindeki zalim diktatörler yüzünden ölümleri pahasına kendilerini Batı ülkelerine atmaya çalışıyor. Sadece 2015 yılında 1 milyonu aşkın mülteci Akdeniz’i aşarak Avrupa ülkelerine sığındı. Tabii binlercesinin ölümü pahasına…

En çok beyin göçü, bizim coğrafyamızda yaşanıyor. Ülkemiz de dâhil coğrafyamız, kabiliyetli insanlarına iş dünyası ve siyasette eşit fırsatlar sunamıyor. Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan bir araştırmada, incelenen 38 İslam ülkesinden sadece 11’i kendi ülkesindeki kabiliyetli insanlara iş dünyasında ve siyasette nispeten eşit fırsatlar sunabiliyor. Bu 11 ülke arasında maalesef kendi ülkemiz bulunmuyor. 

İslam dünyası olarak dinamiklerimizi ve potansiyelimizi harekete geçirmekte zorlanıyoruz. Medine sözleşmesine bakınca, İslam düşüncesinin “demokrasi ötesi” bir model geliştirme potansiyeline sahip olduğunu görüyor, fakat bunu ortaya çıkaramıyoruz.

İslam’ın adalet, ehliyet ve meşveret ilkelerine bakınca bu topraklarda hanedanlığın, sultanlığın, saltanatın ve otoriterliğin esamesinin okunmaması, hatta en demokratik ülkelerin bizim coğrafyamızda ortaya çıkması gerektiğini düşünüyor, fakat bunu göremiyoruz. Hatta durumun bunun tam tersi olduğunu biliyoruz.

Tek taraflı kral buyruklarından oluşan Hamburabi Kanunları ya da Lortların krala cebren kabul ettirdikleri Magna Cartha’ya karşın Medine’de tarihin bilinen ilk gerçek sözleşmesini yazdığımız dikkate alındığında, dünyaya anayasal devleti ve hukukun üstünlüğü prensibini bizim sunmamız gerekirdi diye düşünüyor, ancak öyle olmadığını görüyoruz. Tam tersine anayasa ve hukuk tanımayan en ceberut devletler bizim coğrafyamızda. Durumumuz tam da M. A. Ersoy ve Ziya Paşa’nın anlattıkları gibi;

Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:

Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım (M. A. Ersoy).  

“Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşaneler gördüm.

Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm.” (Ziya Paşa).

Sonuç olarak Hz. Peygamber’in yaklaşık 1400 yıl önce Nur dağından inerek başlattığı devrimci süreci maalesef mantıksal sonuçlarına ulaştıramadan İslam dünyası önce duraklamaya başlamış ve son birkaç yüzyıldır da neredeyse tamamen durmuştur. D. Shayagan’ın ifadesiyle adeta Selimiye’yi yapmış sonra da onun gölgesinde uyuyuvermişiz…  

İslam dünyasının temel sorunu; M. b. Nebi’nin ifadesiyle “sömürüye yatkınlık”; A. Alatlı’nın tespitiyle “toplumsal afazi” (düşünme ve konuşma yeteneğinin kaybı), Ali Şeriati’nin vurgusuyla “aptallaşma ve seçme yeteneğinin kaybı”, naçizane bize göre de “reşit olmamakta ısrar” durumudur.

Bütün bunlar bize, bir şeylerin yanlış gittiğini ve bizim de bunu anlamamakta da ısrar ettiğimizi gösteriyor. Bu kaostan çıkmanın muhtemel yollarından biri olan eğitim sistemlerimiz de, hem devletler tarafından verilen, hem de çoğu cemaat ve cemiyetler tarafından uygulanan şekliyle, insanımızı yeniden bir medeniyetin kurucu unsuru haline getirmeye değil, maalesef varsa böyle bir ihtimal, onu ortadan kaldırmaya ve kitleleri sömürüye yatkın hâle getirmeye odaklanmış görünüyor.   

Coğrafya olarak yüzlerce yıldır, bir türlü iktidarların ihtiraslarını sınırlandıracak ve onları kontrol edecek bir yönetsel mekanizma geliştiremiyoruz. Daha da kötüsü, coğrafyamızdaki her türlü şiddet, darbe, geri kalmışlık ve yoksulluğun temel nedeninin bu olduğunu göremiyoruz.  

İslam dünyası olarak, hukukun üstünlüğünü esas alan, katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir siyasal sistem kurmayı başaramadıkça, ısrarla kayaları aşındırmaya çalışan dalgalar misali, başımızı kayalara vurup vurup parçalanacak, kuralları belli olmayan savaş meydanlarında bozgun üstüne bozgun yaşayacağız. En kötüsü ise her yenilgi sonrasında, başta kendimiz olmak üzere insanımızı, cemiyetlerimizi ve hatta inancımızı sorgulayacağız ve asıl sorunun, işi doğru yapmamak değil, doğru işi yapmamak olduğunu bir türlü göremeyeceğiz.  

Coğrafya olarak, her açıdan yeni bir muhasebe ve inşa sürecine ihtiyacımız olduğu çok açık. Her açıdan yeni bir tasavvura ihtiyaç var. Bu tasavvur, her şeyden önce, mevcut şartları, bu noktaya nereden ve nasıl geldiğimizin bir analizini ve buradan çıkışın yol haritasını içermelidir. Bu tasavvura ve yol haritasına ilişkin görüşlerimizi ise bir sonraki yazıya bırakalım.

Selametle...